18 Aralık 2008 Perşembe

doğumhane kapısında annemin gözleri

giderek yaşlanıyor annem. o güzel narin yüzü yavaşça kırışıyor. asyalı yumuk gözleri matlaşıyor. ona güzel sözler söylemezdim pek. sarılmazdım hiç. dizine yattığım çok nadirdi, öfkemi yenebilirsem. kokusunu içime çekmemeye, onu sevmemeye çalışırdım. yıllarca çatıştım annemle. hiç barışamayız, uzlaşamayız sandım. hayatımdaki her olumsuzluktan ondan öğrendiğim kadınlığı sorumlu tuttum yıllarca. "bir gücü var, ama farkında değil ve kullanmıyor" diye hem onu hem kendi kendimi yedim. ondan ne gördüysem tersini yaparım sandım. ana-kızlar arasındaki o garip tekrar döngüsüne kapıldığımı farkettim sonra.


ilk doğuma giderken ameliyathaneye inen asansöre kocamı aldılar sadece. annem kapıda kalıverdi. kapılar kapanırken gözlerinde gördüklerim tüm kötülükleri uzaklaştırmaya yeterdi aslında; onu affetmeye, onunla barışmaya. ama yetmedi. aradan 8 yıl daha geçmesi gerekti. ve bir kez daha doğumhane kapısında ayrılmak. geçen yıl yine korku, telaş, heyecan içindeydi. “o kadar da güçlü olmadım hiç, hatta artık gücüm bitti” diyordu yine. mapusaneninki gibi bu kapı da bir dönüm noktasıymış. çıkarken o eski kadın değilsin. annemin “ya sağsalim çıkamazlarsa” endişesiyle dolu bakışları altında erimişti öfkem. çıktığımda artık ben onun annesiydim.

hastaneden eve döndüğümüzde ben uyuyunca hemen o da uyuyordu. bebekle başbaşa kalmaktan ödü patlıyordu. bana ve kızkardeşime babamdan hiç destek almadan bakan, haftasonlarını çamaşırları leğeninin önünde geçirip pazartesi tayyörünün içinde dimdik okula yollanan öğretmen annem, şimdi ufacık bebeğimden kaçıyordu. geceleri çalışan kocamın da yokluğunda biri yenidoğan iki kızıma ve anneme bakabileceğimi keşfettim. genç kızlık yıllarımda öğrenmemek için direndiğim bakım verme pratiklerini nasıl da kaptığımı. tüm o yemek tarifleri, nakışlar, toz almaların gerektirdiği sabrı meğer öğrenmişim. herhalde o sabırla, kesilmiş-dikilmiş karın ağrısı, yeni doğmuş bebeğe, kardeş şaşkınlığı yaşayan büyük kıza, ihtiyarlık telaşındaki anneye, gelmeyen-gelemeyen kızkardeşe, herşeyi soran kocaya verilecek sevgiye ve bakım emeğine engel olmadı.

doğumhane kapısından çıkışta kucağınıza bebeği veriyorlar, sırtınıza görünmeyen bir bohça. ailenizdeki kadın kuşakları boyunca biriktirilip annenizden size süzülen bir “hayat bilgisi”. annelik yapmaya dair. annenize de...
dido

9 Aralık 2008 Salı

sezercik, iki anneli çocuk...



sezercik filminin kadınlar hapishanesi kısmı çok etkileyicidir. iki kadın aynı anda doğum yapar burada ve sanki mahpus damı devletin mekanı değilmiş gibi ne doktor vardır ne bişey... leğenler sıcak sular... gardiyanla mahkumlar aynı giyinir: ordu evinden içeri girebilecek şekilde önden bağlanmış başörtüsü... gardiyan aynı zamanda ebedir, ve hem de suç ortağı: sezerciğin babası saftirikliğe yeminli ediz hun taş kalpli lale belkıs'ın oyununa gelmiş ve hem sezerciğin annesi hülya koçyiğit'i terk etmiş ve hem de hapiste doğan çocuğunu elinden almakla tehdit etmiştir. 

ölü doğum yapan kadının bebeği ile sezercik yer değiştirir ve sezercik hayata babasız ama iki anneli başlar (ne yalan söyleyeyim ben sezerin sezeryanla doğduğunu sanırdım halbuki). sezercik ve annesi bu kadının yoksul evine taşındıklarında da devam eder bu hal. kapının önünde sezerciğin hapisteyken özlemini duyduğu yaşıtları sezercik hapishane piçi diye bağırırken de...


filmdeki kadınlar hapishanesi hep eskiyle ya da kötüyle özdeşleştirilen kadınlar dünyasının kısmen temize çekilmesidir. oradaki kadınlar bir bayram günü süslenirken, veya biri tahliye olduğunda diğeri onun takunyalarını giyerken suçlu olmaktan çok kadındırlar. birbirleriyle kavga da etseler gerektiğinde sırtlarını birbirlerine yaslarlar. bir yandan kötülenen mahpus damı, bebeği onu zengin ve hijyenik koşullarda yetiştirecek babasının elinden kurtarmak için mükemmel bir yerdir. ama çocuk yetiştirmek için de öyledir: hülya koçyiğit'in başına türlü aksilikler ve lale belkıslar gelmese olacağı; kocasıyla evli, evinde ve mutlu kadın hayalinin korkunç ama önemli alternatifidir. çekirdek ailede anne bebeği doğduğunda yapayalnızdır. ne yapacağını bilemez. o eve uzak sokaklardan gelen kadınlar misafirdir hep, o minik modern evi sahiplenemez. halbuki kimsenin sahiplenmeyi istemediği o hapisahane, bir yerde, doğum anının paylaşılabileceği yegane mekan olarak kalmıştır. ve sezercik, işte buradan doğmuş, bereketli olmuştur...

ama aynı bereket sezer'in annelerine yansımaz pek: onlar, neredeyse tüm sezercik sagasından ayrı bir hikaye gibi duran mahpusluk kısmının kaderdaşları, bir kadınlar ağının ancak hapishanede bu kadar kuvvetli olabileceği mesajını vermek içindirler sadece. kadınlar ağının bedelinin yüksek olduğu, kadınların kadınlara başka türlü bu kadar yaklaşmayacağı... 

elif

6 Aralık 2008 Cumartesi

lohusa kadın: bebek-anne


Lohusalık karanlık bir yerdir ama bir yerlerden hafif bir ışık da sızar sürekli. Bebeğin yüzüne bakarken ölecekmiş gibi olursun ya da hiç ölmeyecekmiş gibi. Doğa üstü ve altı tüm güçlerin hareketini hatta kımıltılarını hissedebildiğin bir zaman dilimi. Yer altı sularından, komşunun kötü bakışlarına kadar her şeyin farkına vardığın. Ne varsa insanlık tarihinde derinliklere dair, büyü, muska, nazar, dua, hepsiyle tanıştığın bir dönem. Koruma ve korunma ihtiyacı duyarsın. Doğum ölümün kardeşidir çünkü; o zaman anlarsın. Anlatırlar zaten, unutturmazlar.

Lohusalık acaip bir yerdir. Kıvılcımlı, titreşimli, fısıltılı. Acaiplik sadece lohusa ve bebekte değil etraftakilerde de. “Lohusa ve bebek 40 gün kefeni sırtında gezer” derler, hatırlatırlar. Zalimleşir birden insanlar. Bebekle ilgili yaptıkları yorumlar, verdikleri tavsiyeler korkunçtur. İnanamazsın duyduğun sözlere. “Bunları söyleyen arkadaşım/yakınım/akrabam olamaz” dersin, ama onlardır. Bu döneme özgü bir zulüm olduğunu öğrenirsin. İkinci lohusalıkta mesela, savunma duvarını kurmuşsundur. Şaşırmazsın. Eskisi kadar şaşırtamayacaklarını, korkutamayacaklarını bildiklerinden belki, onlar da eskisi kadar yapmazlar.

Ey yeni doğum yapanlar, korkmayın bunları duyunca. Sizi koruyan pek çok şey var. Bir tanesini anlatayım; Orta Asyadan Umay var mesela. Bebeği ve lohusayı koruyan kadın. Ay-Tanrıça, dişil ruh. Doğumları yönetir. Her kadının sağ salim doğurmasına ve bebeğin doğmasına rehberlik eder. Plasentanın gömülmesini bekler. Değerlidir çünkü plasenta. Ortalığa bırakılıp kedi-köpeğe yem edilmeyecek kadar değerli. Bebekle anne arasındaki ilk köprü. O dünyayla bu dünya arasında. Umay ateşi yanık tutar. Ocak kadınındır, Umay ocağı tüttürür. Ataerki onu sonradan “umacı”ya çevirmiştir. Şu bildiğimiz umacı, hani çocukları korkutan. Lohusa hummasından sorumlu “Albastı karısı”nın o olduğunu söylerler. Anne ve bebeğin ecel bekçisi derler ona. Ama hepsi kadın tarihinin çarpıtılması, hepsi safsata. Bekçidir Umay, ama anne-bebeğin koruyucu bekçisi. Doğurunca kendisi de hem bebeğe dönen hem kadın olan annelerin.

Benim yaşadıklarıma birkaç örnek;
inşallah yapmazlar da,
belki size de yaparlarsa korkmayın diye:

***
2 aylık kızımın ateşsiz havale geçirmesi ve ilaç kullanmaya başlaması beni çok üzüyordu. Yüreğim ağzımda onu izliyordum.
Arkadaşım telefon etmişti:
-Her havalede binlerce beyin hücresi ölüyormuş. Ya yine geçirirse diye çok korkuyorum.
-E napalım, geri zekalı da olsa onu seveceksin. Sen onun annesisin.
***
Doğumdan sonra herkese, her canlıya muhabbetim artmıştı. Kocamın ilk karısıyla yaptığı oğlana da. Aylardır hafta sonları bize gelen oğlancık, daha önceleri, hiç bu kadar sevimli görünmezdi gözüme. Bebeği uyutur uyutmaz Süper Mario oynamaya başlıyorduk. Gülmekten yerlere yatarak, ilk kez birbirimize sevgiyle dokunarak. Beraber mutfağa giriyor, uyduruk sandviçler, yemekler yapıyorduk.
Telefonda bu muhabbeti anlattığım arkadaşım:
-Yine de dikkatli ol. Bir film vardı, biliyorsun değil mi? Hani üvey çocukla ona kardeş doğuran kadın...
-Yooo, bilmiyorum.
-Birer yıl arayla iki çocuk doğurur üvey anne. Çocuk kardeşlerini tüfekle öldürüp kendini de mutfağa asar.
***
Halamın çok gençken teyzesinin oğluyla evlendiği ve sakat bir bebek doğurduğu bizim evde gizlice anlatılan konulardan biriydi. Bebek birkaç ay içinde ölmüş. Halam ve kuzeni de kısa bir süre sonra ayrılmışlar. Üstü kapatılmış bir acı.
Halam yıllar önce ölmüştü doğum yaptığımda. İki aylık kızım başparmağını emiyordu. Bebeği görmeye gelen akraba kadın:
-Aaa, halanın ilk kızı da böyle parmak emerdi. Babaannen de görülmesin diye elinin üstüne bir tülbent atardı. Yaşı benzemez inşallah.
Dido

5 Aralık 2008 Cuma

ocak? mama sandalyesi? sofra?


altı ay miladı geldiğinde doktorları ve internet sahifelerini bir kenara bırakıp, kızın eline salatalıklar incirler verir olmuştuk. üstelik anne sütü için verdiğim  tüm mücadeleye rağmen. kırk günlükken ağzına aktarılmaya çalışılan çayları, baharatlı mercimek çorbalarını unutmayı seçerek... çünkü altı aydan sonra yiyeceklerle tanışmak biraz geç olabilir gibi gelmeye başlamıştı. üstelik altı ay aşıları ve kontrolleri için doktora gittiğimizde doktorun "artık yemek yedirmeye başlıyorsunuz, üstelik burada ek besin olan bu yedirmeye başladıklarınız değil anne sütü olacak" demesiyle iyi yapmışız diye düşündük. çünkü her ne kadar yemekleri tanıttıysak da birdenbire yemek yemeye tam geçiş hiç kolay olmadı. burada düzenli yemek yapmayı pek sevmememin rolü büyüktü. bir başka etken de yemek yeme mekanına ilişkin problemler idi.



biz mutfakta yiyorduk ama zaten ufak olan mutfağımız bebekle iyice anlamsız bir yere dönüşmüştü. mama sandelyesi kesinlikle sığmayacaktı ve amama sandelyesini alıp güzel güneşli mutfağımıza değil de sürekli misafir gelen salona koymak anlamsız görünüyordu. (mutfağın küçüklüğünün nasıl mimar-mühendislerce kadının orada tek başına kaderiyle başbaşa kalmaya mahkum edilmesi olduğu için bakınız ferhunde özbay, "gendered space: a new look at turkish modernisation. tabi aynı şekilde geniş mutfak da o ana kadar beslemelik yoluyla devam ettirilen kadın-genç kız köleliğinin mekanı...)  

ben de en sonunda mutfaktan masayı ve sandalyeleri attım. eşimin de yardımıyla ve desteğiyle oraya bir döşek koydum. artık sabahtan öğleye kadar mutfakta bulunan güneşi ailecek değerlendirebiliyorduk. üstelik kız orada oynarken iş yapmak da kolaylaşmıştı.


yemek yeneceğinde ortaya bir sofra çıkıyordu. zira kızla en rahat ettiğimiz ziyaretler içinde yemek masası bulunmayan ve sofralarla yemek yenen evlerdi. buralarda hem sofraya dahil olabiliyor hem de rahatça emekleyebiliyordu. ama misafirlikteki hesap eve uymadı ve sofranın pek öyle iki kişi bir bebeğe uygun bir çözüm olmadığı derhal anlaşıldı. kız hareketlendikçe sofrayı zaptetmek zorlaşıyordu. biz de giderek daha bireysel çözümlere gittik. hatta kızdan korumak için kendi tabaklarımızı tezgahda tutuyoruz... ki yaklaştığım ocak-odası çözümünden giderek uzağa gittiğimin farkındayım. ama üşengeçlik midir, inat mıdır, cimrilik midir bilmem kız bir yaşını geçtikten sonra mama sandalyesi alasım da giderek azalıyor. zaten alsam koyacak yer yok pek. kız az çok yemek yiyor, neyse ki kendi kendisine de yiyor. ama bu konuda ne ben kendini adamış bir anneyim ne de o annemin kritik bakışının karşısında bir kale gibi durabilir (kim durabilir?). şimdilik askıda herşey, yemek, mekan, değişen bedenlerimiz. hayatımıza daha çok kişi, belli bir mesafeden değil doğrudan girdiğinde daha kolay oluyor ama bu işler. antisosyalim mantisosyalim ama, bu da böyle geliyor işte bana... gerçi bebek de benim antisosyalliğimi çok dönüştürdü ya... ama bu başka bir yazı konusu.

e.

bebek odası

bebek doğana kadar bebek odası olmadı evimizde
her an düşebilirliğini fark etmiştik bebeğin
hamileliğin her aşamasında...
o düşükler, ölü doğumlar,
idrar yolları enfeksiyonları ;
ama esas bunları yaşayan o kadınlar,
kendi geçmişim ve o anımın hatrına
bebek odası değil yokluğunu düzenledim kafamda

bebek doğduktan sonra da gerek olmadı ayrı bir odaya
o beni emdikten sonra ayrı bir yere koymamı emrediyordu kitaplar, talimatlar, akrabalar.
ama ben koymadıkça daha rahat ettim
koymadıkça ben, daha rahat etti o da... 
sonra, üç kişilik bir duble yatakta sıkış tepiş aile olmanın yeni bir boyutunu keşfetmiş olduk.
bebeği memeden kesmek yatağını ayırmak
sanki annelik yüce kurumu tarafından sırf eğitim amaçlı yapılan bir şey gibi sunuluyor
ama benim derdim şimdi ayrılmak istememek benden ayrılmak istemeyen yegane insandan... 


bu arada ihtihayçtan ve kızın ilgilerinden doğan bebek odası da
öyle arada sırada kullanılışıyla bir ara mekan
didonun aşağıda neden doğuruyoruz yazısında dediği gibi,
onun bir gün kendi kendine gideceğini ve benim buna bu sefer sevineceğimi hatırlatan...

4 Aralık 2008 Perşembe

hamilelik, doğum ve azıcık sonrasından bir kesit ........


Ben hamile olmak istemiştim, kendimi hazır hissetmiştim ama anneliğin bunun doğal sonucu olduğunu bilmeyerek. Yani o kısmını düşündüğümü hatırlamıyorum.
Bunca yıllık hayatımın en asude zamanlarını yaşıyordum. Keyifliydim ve artık hayatla savaşmıyordum. Hamileliğimi çok keyifli yaşadım. Kutsal inekler gibi dolaştım ortalıklarda. Süslendim, gözüme sürme çekmeden bir gün bile çıkmadı
m. Rahat ve keyifli şeyler giydim, Azra Akın kadifesinden yeşil üzerine kırmızı, küçük çiçeklerle bezeli bir elbise bile diktirdim. İlk aylarımda işyerinde, beni yediren, içiren, bakan, güzel şeylerle etrafımı çevreleyen arkadaşım, dostum Hayriye bana hamileliğimi nasıl güzel geçireceğimi öğretti. O kendini bilir, hayatı sağaltan kadınlardandır. O dönem yakınımda olması benim için şanstı.
Şüphesiz bu sürece eşlik eden kaygılarım vardı; çocuk sağlıklı mı, doğmak istiyor mu, amniosentez yaptırsamıydım, arkadaşımın bebeği gibi tüm testleri atlatarak downlu bir bebeğim olursa vs.vs...Bunların "normal" olduğu söylene söylene kabul etm
ek durumunda kalmıştım. Bedenim, zihnim, duygularım bir sürü tuhaf şeye maruz kalırken konuştuğum "bilge" kişiler bana sürekli "bu normal" diyorlardı. "Nor-mal.."
...Çok alıngan oldum, çabuk sinirleniyorum, Kıraç'ın klibine sattlerce ağlıyorum, yemeğimi yedikten beş dakika sonra kurtlar gibi acıkıyorum, sürekli tuvaletteyim:NORMAAAL. Ama ...diyorum, “Normal, normal, geçecek. “Hormonların şu kadardan şu kadar çıktı, normal” Peki diyordum sonra, isyanımı batırıp sessizce, normal olduğunu kabul etmem gerek. Bu normal kelimesinin hayatıma dalışı ve o noktadan sonraki kalıcılığı ızdırap vericidir. Çocuk doğduktan sonra çocukla ilgili bir şeyi bu sefer çocuk doktoruna sorup “kakası bugün yeşil normal mi?” diye soruyordum endişeyle ve tok bir “normal” sesi alınca nasıl rahatlıyordum. Beni deli eden bu “normal” kelimesi karşısında uğradığım yenilgi yetmezmiş gibi onu kendi sözcük haznemin başköşesine yerleştirecekmişim meğer.
Hamileliğimde yoğun olarak hissettiğim iki şey vardı, bunun yalnız çıkılan bir yolculuk olduğu ki Erdinç ne kadar yakın olmaya çabalasa da karşı limandan ancak gülümseyebiliyor gibi geliyordu bana. Her şey, bütün o mucizevi süreç benim içimde, yalnız benim içimde gelişiyordu. Bense içerimde oluşan bu şeyi dışından biriymişim gibi anlamaya çalışıyordum. Bu anlamaya çalışma çabamı Erdinçe de anlatmaya çalışıyordum.
İkincisi ise kendimi hayat ile doğumun incecik bir çizgiyle ayrıldığı o sırtın üzerinde dolaşan mesut bir inek gibi hissetmemdi. Her şey olabilirdi, doğuma, hayata ve ölüme aynı yakınlıkta hissediyordum kendimi. Bunun getirdiği tuhaf bir sakinlik içindeydim. Anı yaşıyordum, sonrasını düşünmüyordum, en gerçek olan "an"dı. Sonrası bilinmez. Hamilelikle ilgili kitapları ay ay okuyor, gerisine bakmıyordum, doğum aşamasına geldiğimde de gerisini okumadım, öğrenmedim. Bebek doğarsa diye, artık son ay en temel şeylerden bir tane alıp hastane valizine koymuştum. Ne bebek odası, ne giysiler, ne de diğer şeyler hazır değildi.
Oğlumuz olacağını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Erdinç kız istiyordu, beklentisinin olmamasına şaşırmıştı ben ise doğal olarak kız doğuracağımı bekliyordum nedense, oğlanları kim doğuruyordu acaba? Doktor oğlanın testisli ultrason görüntüsünü elimize verirken bile emin misiniz, kız olma ihtimali hiç mi yok, demiştim de herkes gülmüş, bunu hamilelik avanaklığına vermişlerdi.
Yavaş, her şey yavaşlamıştı, yavaş yürüyordum ve bu yavaşlığa eşlik edebilen şeylerle yaşıyordum. Hızlı yürüyerek atlatılabilen mendilci çocuklar, dilenciler ile artık ahbap olmuştum. Yeni mekanlar ve yeni kadınlar giriyordu hayatıma. Hamile olan arkadaşlarımla tesadüfen karşılaşmış ya da yeni doğum yapanları bulur olmuştum. Sorularım, endişelerim, sevinçlerim ve giderek etrafımdaki insanlar değişmeye başlamıştı. Sanki ben bir çizgide durmuşum da hayatımın başındaki ibre, frekans ayarı her neyse, benim yolunu izini bilmediğim bir yöne doğru hızlıca çevriliyordu. Bu yabancı alemde bana yol gösteren ne olacaktı? Kadınlardan aldığım pratik bilgiler, doktordan aldığım tıbbi bilgiler ve annemin deneyimleri bu sorunun cevabını oluşturamıyordu.
Böyle durumlarda her zaman yaptığım gibi kitaplara baktım, aklına fikrine güvendiğim kadınlarla konuşmak istedim. Neyi konuşacağımı bilmediğimi farkettim. Bir tek kitap buldum, hani şu Cowardın kitabı. Ama ben Türkiye’deki feminist annelerin kaleminden süzülmüş birkaç satır aradım, sonuç sıfır. Kimse birşey yazmamış, tek kalem oynatılmamıştı.
Cowardın söylediği gibi olacak dedim, kendime:"Modern bir anne olarak tekerleği yeniden keşfetmem gerekiyor." Ama aslında bunun da ne demek olduğunu bilmediğimi bilerek.
40 haftayı doldurmak üzereydim ve oğlumda hala dünyaya gelmek için en ufak bir kıpırtı yoktu. Nasıl, hangi yolla doğum yapacağıma da henüz karar vermemiş, sürece bırakmıştım. İzin, rapor dönemi de bitmiş olduğundan kontrole gittik. Doktor oğlumun kilosunun 4.600 olduğunu söyleyince sezaryen olasılığına da gün doğmuş oldu. Doktorum sezaryen yanlısıydı başından beri, ben politik olarak normal doğum düşüncesindeydim ama çok korkuyordum beri taraftan. Hal böyle olunca ben de kabul ettim. Doktor öğleden sonra saat 16.00'da gel alalım, dedi. Hastane işlemlerini ayarladıktan sonra Yüksel Caddesinde son kez iki kişi olarak ağır bir yürüyüş gerçekleştirdik. Tuhaf bir hüzün vardı üzerimizde.
Sonra her şey çok hızlı oldu, 16.20' de odamdaydım. Hemşire alışkın hareketlerle mememi bebişin ağzına vermeye çalışıyordu, onun acısıyla uyandım. Sevdiklerim başımdaydı. Bebeği görmek istedim, ilk sorum, gözleri ne renk? ve son gecelerimin kabusu yüzünden olmalı, parmakları tamam mı? oldu. Sonradan videodan seyrettiğimde bakıyorum, herkes meşgul, Erdinç benimle ilgileniyor, annem, kardeşlerim bebekle ilgileniyorlar, bir şeyler yapıyorlar. Ben, bir ben öyle uzak, iliştirilmiş gibi, yorgun ve hüzünlü görünüyorum.


Ertesi gün eve geldik, ve aslında bu sürecin en azılı zamanı başladı. Bebek iri olduğu için her yarım saatte bir, emzirmek gerekiyordu. İkinci gün sütün mememe hücum ettiği evrede delirdiğimi sandım, elektriğe çarpılmışım gibi titriyordum, ateşim çok yükselmişti, zangır zangır titriyordum. Anneme sürekli bağırıyordum, ateşime bak, beni banyoya götür, duşa sok, kadın panik içinde beni banyoya taşıyor, su vücuduma metal çiviler gibi saplanıyor, ben tekrar bağırıyorum, beni yatağa götür, tanrım öleceğim, donuyorum. Kadın perişan bir vaziyette, ne yapacağını bilmez halde döneniyor. Erdinçi ara gelsin, diye bağırıyorum. Onun doğum izni üç gün ve artık iste.Bir taraftan da ben bu durumda bebeği nasıl emzireceğim diye sızlanıyorum. Korkunç terlemeler başlıyor ardından, günde on tişört değiştiriyorum. Eridiğimi suya dönüştüğümü hissediyorum. Odanın her köşesinde kocaman su bardakları.

Bir yandan diğer yana dönemiyorum, her yanım acıyordu, vücudum hayatı bana dar ediyordu. Bebeği kendim alıp koyamıyordum. Bütün bunlara bebekle ilgili depreşmiş kaygılar eşlik ediyordu. Mememin acısından gözümden yaşlar akarak bebeği emziriyorum. Doktora çok acı çektiğimi söylediğimde “yeni bir ayakkabı da ilk giyildiğinde ayağı acıtır, ayak ayakkabı ile uyumlu hale gelene kadar acıyacak,” diye şahane bir açıklama yapmıştı, emzirmediği ve hiç emziremeyeceği halde bu ne menem bir bilmişlik halidir?)

Uzun ve yalnız emzirmeler sırasında sürekli onu inceliyorum, kulağı kıvrık, üstü kıllı. Acaba normal bir kulak gibi olmuş mudur, gözü görüyor mu, kilodan boynu yok gibi görünüyor ve bana ensesi düz gibi geliyor, gözleri de çekik, burnu düğme gibi, tanrım yoksa bu da Down mu oldu, arkadaşımın kızı gibi. Ama çocuk doktoru gördü, anlardı herhalde. Ya anlamadıysa, Tanrım sen arkadaşıma yardım et, onun tüm acısını içimde hissediyorum, ne kadar zor olmalı. Ve tabii onunla konuşmaya, bir bağ kurmaya çalışıyorum, uyuduktan sonra sürekli dua ediyorum. İlk banyosunu yaptırırken terör estiriyorum, sonunda kalkıp annemin elinden alıyorum, hem kitaba bakıyorum hem de ş”öyle yapmak gerekiyor diyorlar burada” diye herkesin canını sıkıyorum. Sonra aklım başıma geldiğinde, kendime şaşırıyorum ne yapıyorum ben?, ne oluyor bana?. Sinirliyim, her bulduğum fırsatta ağlıyorum.

Herkes beni idare ediyor. Ben kalkıp bebeği alamadığım için annem bebeğin beşiğinin yanına bir şilte attı, hepimiz aynı odada yatıyoruz. Bebek ağladığında ben de uyanmış oluyorum, beni oturtuyor omzuma bir şal veriyor, bebeği kucağıma yerleştiriyor, emmesi bitene kadar yatağın kenarında yarı uykulu öylece oturuyor, bekliyor. Sonra bebeği yatağına koyuyor, sonra beni yatırıyor ve üzerimi örtüyor. Bütün aşırılıklarımı sineye çekiyor, kırılmamaya çalışıyor. Bu durum iki üç hafta kadar sürdü ve ben bütün bunlar olurken annemle sessizce halleştim, çocukluğumdan beri ona karşı duyduğum kırgınlık, kızgınlık herneyse erimeye başladı, onunla hesabımı gördüm. Onu içime aldım. Annemi affettim.

Hazar 21 günlükken annem gitti, "bize de geçim gerek kızım” diyordu. Evet onların da bir hayatı vardı. Sonra benim bütün evrenden yalıtılmış günlerim başladı. Bu uydu hayata bir telefon hattı ile bağlı olan Erdinç'in dışında ben ve bebekten oluşan yeni hayatım.

Korkular, kaygılar, yalnızlık, yalıtılmışlık hali.
Bedenim, her yerimden sıvılar akıyor, süt , kan ve ter
Aileye yakınlaşma, komşulara, sıradanlığa, eve dair düzenlemelere
Hüzünlü kopuşlar
Kitaplığımdan, kitaplarımdan, arkadaşlarımdan, sosyal hayatımdan, sokaklardan
Hayatın gerisinde dışında bırakılanlara ait alanda yeni bir yaşam kurma süreci.
Parklar, önceden mastürbasyon adacıkları diye gönül indirmediğim parklar. Ahmed Arif parkı iki yaz boyunca nefes aldığım bir yer oldu. Bebek arabasında ağaçların altında uyurken ben de bir çay içiyorum, halbuki oraya kadar gelmek ve oradan eve gitmek o kadar kolay değil. 

Apartmanda bahçe katında oturuyorum, Hazarı arabasıyla çıkarabilmek için adlarını 15 yıldır beş kez telaffuz ettiğim insanlardan yardım alarak indirme ve çıkarmaları yapıyor, doğru düzgün yapılmamış kaldırımlarda bebek arabası kullanma konusunda pratik geliştiriyorum. Parkta oturuyoruz siyatikli, romatizmalı, bastonlu ve yarabantlı radyolarını dinleyen amcalar ve teyzelerle. Almanya anılarını anlatıyorlar, çocuklarını ve gelinlerini anlatıyor kadınlar. Ev kadınları gecikmiş kahvaltılarını parkta yapıyorlar. Anneanneler, babaanneler ve bakıcı kadınlar çocukları getirmiş parka, çekirdek çitleyerek hırs ve rekabet içinde sıralarını bekliyorlar. Parkın hemen üstünden arabalar geçiyor sürekli, otobüsler duruyor, kalkıyor. Tek kamusal alanı park olanların dışında herkes meşgul, hareketli. Bizim için zaman başka türlü akıyor, ağır, tekdüze, öylece dondurulmuş bir yaşam aralığı gibi.

Satı

annelik etmek


(kadınlığın en sahane hallerinin yaratıcısı olarak) annelik etmek meselesi

annelik yerine annelik etmek:
kadınların etraflarındaki tüm diğer kadınlar:
anneler, kızkardeşler, kayınvaldeler ve görümceler tarafından
yalnız bırakıldıkları bir noktada
bir kere yaşanan bir tecrübe olarak değil
hamama gitmek gibi tazeleyici bir tecrübe olarak annelik etmeyi kurmanın
bu yalnızlığa olan şifası...
paylaşılan ve kıskanılan bir ilişkiler ağı olarak annelik etmek



iyilik etmeye alternatif olarak annelik etmek
ortak iyi gibi muallak bir kavram yerine
ilişkide adeta mekansallaşmış bir kavram olarak annelik etmek.
kendin için, zorunda olduğun için, başka türlü bir bireyselliğe katlanamadığın için annelik etmek...

satının ve didemin yazılarında kendilerine hamileliklerini ve anneliklerini nasıl yaşayacakları konusunda hem yoldaş hem örnek olan, ama didaktik olmayan kadınlar var mesela... onların annelik edişi, bizi etkileyen kadınların annelerimizle ve böylece anneliğimizle bizi barıştırması, gözde'nin yazısında tarif ettiği yaraları sarması önemli.

elif




resim: satı'nın önerdiği bir annelik etme biçimi: fotoğrafçı cemal gülaş ve datvi... vahşi hayata annelik edilebilir mi?

link:

3 Aralık 2008 Çarşamba

neden doğuruyoruz? nasıl karar veriyoruz

30 yaş geldiğinde “hala doğurmadım” diye telaşımdan ölüyordum. 30una kadar yapıp edeceği işlere ancak başlayabilmiş, hayatta her yapacağını kendi kurması gereken, hiçbir şeyi hazır bulmayan insanların daha erken yaşta doğurma şansı pek yok gibi. 30-35 arasına sıkışmış “sağlıklı gebelik ve doğum için son şans/son tren” karar vermekteki en zorlayıcı etken belki de.


20li yaşlarda okul bitince hemen evlenip çoluk çocuğa karışmaya karar verebilseydim ya da çoluk çocukla da hayata karışabileceğimi bilebilseydim daha mı iyi olurdu acaba? 20li yaşlardayken doğurunca her şey biter sanıyordum. Statün değişir ve artık kendin olamazsın. İlk evliliğim 22 yaşımda, ilk gebeliğimde doğurmuş olsaydım 17 yaşında bir çocuğum olurdu şimdi. kızımı doğurana kadar 3 gebelik sonlandırdım. 2. gebeliği sonlandırdığıma hep pişman oldum.
Dolayısıyla kızım hem 30-35 sınırlılığının hem de kendisinden önceki gebeliklerin birikimiyle geldi.
Anne olmak olmazsa olmaz mıydı? Doğurmamak mümkün müydü? Benim için değildi. İnsan ilişkilerindeki sevgisizlikleri aşmak, saf bir sevgi ilişkisi yaşamak, bedenimin tüm kapasitesini bu ilişkiyi kurmak için kullanmak, bedenimin bir bebeğin yaşaması ve büyümesi sürecindeki deneyimini yaşamak, hayatı bir çocukla paylaşmak, onun dünyasını tanımak ve bu dünyanın benim çocukluğumdan daha iyi bir yer olacağı umudu, çocukla ilişkiden alacağım güç, yalnızlık korkusunu yenmek...daha bir sürü neden.
Ama anahtar kavram benim için “merak” olabilir. Gebeliği, anneliği, çocukla yaşam paylaşmayı çok merak ediyordum. Bu merakın önüne geçmek mümkün değildi.
Kocamla doğurmak için evlendim. Doğurmamı kabul etmese ilişkimiz sürmezdi. Kabul etmesi bu olaydan mutlu olmasını sağlamadı. Gebelik boyunca muhalefetini sürdürdü. Şimdi bakınca ne zormuş diyorum ama o zaman umurumda bile değildi. Çünkü çok mutluydum. Bir başkasının onay ve desteğine ihtiyaç duymadan yaşıyordum.

  1. GEBELİK NASIL BİR ŞEYDİ?

Rüyalarımda gebeliği hep kraliçelik, tanrıçalık gibi görürdüm. Kocaman bir karınla, şahane bir güzellikle, tahtırevan üstünde, şehrin sokaklarında dolaştırılıyorum. Üstünüm, çok üstünüm. Tapılası bir şeyim yani. Tüm antik doğurganlık sembolleri, ana-tanrıça mitleri süsledi gebelikle ilgili algılarımı. Bolluk-bereket hissettim hep kendimi. Gebelik öncesi ince-zayıf bir şey olduğum için de yeni bedenimden çok hoşnuttum. Hayatımda ilk kez dışarıdan fark edilebilir memelerim olmuştu. Yarabbim ne mutluluk. Kendimi ilk kez gebelikte çok ama çok güzel buldum. O vakitten beri de sürüyor. İyi ki, yoksa hala kendime neden güzel değilim diye soruyor olacaktım belki de. Dolayısıyla gebelik bebekle değil daha çok kendimle ilgilenerek geçti. Kendimle ilgili algılarım değişti. Özgüven açısından müthişti.
İlk ay düşük tehlikesi oldu. Kanamalar, yatarak geçirmen gereken bir süre, kayıp korkusu. Onlar kötüydü. İkiz gebelik olduğunu ve kanamalar sırasında bebeklerden birinin kaybedildiğini söylemeleri iyice şaşırttı. Kalan bebeği öyle çok istedim ki çok ince bir noktadan geri döndü. “Sabaha düşmüş olur ve küretajını yaparız” dedikleri gece zor geçti. Ama sabah yaşamaya devam etti. Çok mutluydum.
2. üç ay ve sonrasında sorun yoktu ve çok güzel geçti günler. Ağırlaşmayı bir mahmurluk olarak yaşadım. Nükhet Duru’nun şarkısındaki Mahmure’ydim. Göz süzdüm, örgü ördüm, canım ne yapmak istiyorsa onu yaptım. Kedi gibi yeyip içip uyuyup durdum. Mırıl mırıl.
Bütün bunları yaşarken bebeğin babası tarafından desteklenmiyor olmak, önemsenmemek, gebeliğin ilgi görmemesi iyi değil tabii. Ama bu duruma rağmen iyi hissediyor ve umursamıyor olmak özgüven açısından müthiş yine.

  1. BEBEKLE İLGİLİ ALGILAR

Düşmemesi için dua edip durduğum bebeği –düşmeyeceği kesinleştikten sonra- doğum yaklaşana kadar pek aklıma getirmedim. Artık yaşayacaktı ya, kendi keyfime baktım. Ben keyfime baktıkça onun iyi ve güzel olacağına inanıyordum zaten. Doğum yaklaştıkça nasıl birisi olduğunu merak etmeye başladım. Eve bir misafir geleceği hissi hasıl olmaya başladı. Kendimden çıkacak bir şey değil de uzaklardan, mistik ve kutsal yerlerden, öte dünyalardan gelecek bir misafir gibi algıladım hep onu. Gelip bir süre bizde kalacak, biraz büyüyünce gidecek. Hala da öyle düşünürüm ve bu düşünce birlikte geçirdiğimiz zamanı kıymetli kılıyor gözümde.
Uschi (kuzenimin eşi) gebelik ve doğum sürecindeki hislerimde ve düşüncelerimde etkili oldu. Sakin ve doğal bir kadındı. Anneliğini kendiyle pek bir barışık yaşıyordu. Bana da bulaştırdı. “Çocuklarınıza küçükken toprağa salacakları kökler, büyüyünce takıp uçabilecekleri kanatlar verin” diye bir laf bulmuştuk Halil Cibran’dan. Felsefemiz buydu.
Bebeklerin çok güçlü canlılar olduğuna inanıyordum. Hele de düşük tehlikesini atlatan bebeğimin zayıf, zavallı, muhtaç biri değil, yaşamak için gerekli güce sahip biri olacağını düşündüm hep. O yüzden doğum sonrası beni kaygılandırmadı. Ağlayacak, bağıracak, ona bakmam için beni zorlayacak, hayattan ne istiyorsa benim aracılığımla sağlayacaktı. Kendi doğallığında gelişecek, büyüyecek diyordum. Öyleymiş de. Emzirme çok mutlu edecek, kutsal hisler yaratan bir eylem değildi ama komikti, eğlenceli geçiyordu. Hayvan yavruları gibi altımda yatarken ağzını uzatıp yukarıdaki memelere ulaşması, ya da ben aşağıdayken yukardan eğilip emmesi, aklınıza gelebilecek ne kadar garip emzirme pozisyonu varsa denemek eğlenceliydi. Uslu, sakin bir bebekti. Allah dağına göre kar vermişti. Tembel ve uykucu bir kadına verilebilecek en iyi bebekti. Gerçi ne tembellik kaldı ne uykuculuk sonra ama geçiş döneminde adaptasyon için gerekli her şey kızımda vardı.

IV. NORMAL DOĞUM/SEZARYEN: SEÇME ŞANSIMIZ VAR MIYDI GERÇEKTEN?

Normal doğumu denemek istedim başlarda. Ama bunun için fazla yaşlıydım doktoruma göre (33). Sonra bebeğin başı o sıkışık yerlere girmeyecek diye düşünüp memnun kaldım bu karardan. Bir de genital bölgemde kesik ya da yırtıklardansa karnımın kesilmesini tercih ettim doğrusu.
Bir sezaryen furyasının içindeydik zaten. Hiç kimse normal doğurmuyordu. Büyük doğumevi normal doğum denilen o esrarengiz denemelerin hala yapıldığı bir uzay üssü gibi kalmıştı diğer hastaneler arasında. Normal doğum tarihe karışmıştı. Oysa feminist okumalarımda doğumun tıbbileştirilmesine nasıl da karşı çıkmış, olanca doğallığıyla en sağlıklı şekilde yaşanacağına nasıl da inanmıştım. Ama ben beceremiyordum.
Geç kalmanın bedeliydi normal doğum şansını kaybetmek. İşime de gelmişti vajinamın bir bedenin geçiş yolu olmaması. Doğumdan sonra yine aynı bildiğim yer olacaktı, hep nasıldıysa öyle. Ama ameliyattan sonra ağrı kesicinin etkisi geçince karnımda hissettiğim ağrının bu kadar fazla olacağını bilseydim ne yapardım kafam karışık. 1 gün sürecek ağrı ve sancılarıyla normal doğum belki daha çekici gelirdi. Tabii yırtık, kesik olmaması şartıyla. Genitaller daha bir ömür lazım. İyi bakmalı. Normal doğum yaptıranların iyi bakacağına inanmıyorum pek. Onlara göre tek önemli olan bebeğin başının rahat geçmesi. Önemli de elbette, işte o zaman da sezaryenden başka bu iki faydayı bir arada sağlayacağı garantisini veren yöntem yok.
Bir daha dünyaya gelsem eğer anatomik yapım uygunsa ve doğum sorunsuz görünüyorsa evde doğurmak isterim. Hastaneden eve döndüğümde sezaryen kesisinden çektiğim ağrının %50 azalması sonucu bu karara vardım. Ağrının %50si hastanedeki gerginlik ve yabancılık duygusundan geliyorsa evde ne kadar rahat olur demek ki.

V. NASIL BİR GEBELİK- DOĞUM İSTERDİM?

Gebelik zaten çok güzeldi. Ama bunları doğurmaya birlikte karar verdiğim, desteklendiğim bir ilişkide yaşayabilmek isterdim. Kraliçelik halinin bir iç duygu olarak değil dış gerçek olarak yaşanması hiç de fena olmazdı.
Doğumu şöyle hayal ediyorum: kocaman bir salonda, kocaman bir yer yatağında, çok güzel örtüler içinde yatıyorum. Her yerde çiçekler, mumlar, yastıklar var. İstediğim zaman kalkıp dolaşıyorum. Güzel müzikler çalıyoruz. Sancı çekerken ılık suya girebilmek mümkün olmalı, karnına su dökebilmek, suyla oynamak. Gezip dolaşabilmek. Bir de bir şeyler atıştırmak mümkün olsa. Ama o olmaz, bağırsaklar boş olmalı. İstediğin zaman çişini yapabilmelisin. Doğuracağım zaman jinekolojik muayene masası gibi sırtüstü, savunmasız yatacağım ve o pozisyonda değil doğurmak, kakamı bile yapamayacağım bir yere geçmiyorum. Eski gravürlerde gördüğümüz bir doğum koltuğumuz var. Oturulacak yeri delikli, yumuşak, rahat, sağlam, insana güç veren bir koltuk. Otururken daha kolay olması gerekir. Ikınmak, içindeki bir şeyi itmek, karın kaslarını ve genital kasları kullanmak için yer çekiminden faydalanmak. Bütün bunları yaşarken sevildiğin, okşandığın insanların arasında olmak ne güzel olurdu. Bildiğin, güvende olduğun, sevdiğin, süslediğin bir mekanda. Doğumu bir işlem gibi değil de bir tören gibi yaşamak ne güzel olurdu. Feminist bir doğum kliniği kurulması için bir şeyler yapmalıyım. Fransa’dan bir kliniğin fotoğraflarını görmüştüm. Doğururken gülen kadınlar. Koltuk altlarından desteklenerek, sırtları okşanarak, çömelerek doğuran.

VI. BABALIK

Gebeliği hiç istemeyen kocam, doğumla birlikte mutasyon düzeyinde değişiklik geçirerek şahane bir baba oldu. Aşık mı olmuştu ne? Hem bana hem ona. İlişkimizin en güzel günleri doğum sonrasındaydı. Kızımız ikinci çocuğu olduğu için bana oranla daha deneyimliydi. Bebeğe çok güzel bir bakım emeği veriyor, onu çok güzel seviyordu. Uykum hep ağır olmuştur. 8 ay emzirme boyunca bebek kıpırdasa uyanıyor, memeler sinyal verdikçe emziriyordum. Emzirme bağımız kesildikten sonra geceleri bebeğe bakmak için hiç uyanmadım. Çünkü hep babası uyanıyor, mesele neyse hallediyordu. Becerikliydi. Bebekle birlikte kişiliğindeki sertlikler yumuşamış, hiç olmadığı kadar şefkatli biri olmuştu.
Ben “rahat anne”, o ise “iyi hatta çok iyi baba” olarak tanımlanır olmuştu. Beni tanımlayan “rahat”ın olumlu çağrışımlarla söylenmediği çok belliydi. Pimpirikli olmamam, bebeğin ve bebekle ilgili şeylerin çok üstüne düşmüyor olmam, abartmamam etrafımızdaki “annelik pazarı”nda pek makbul bir tip yapmıyordu beni. O ise “babalık pazarı”nda muteber bir karakterdi. Bez değiştirmesi, gece üstünü örtmesi yeterliydi böyle düşünülmesi için. Sebze çorbasına katılacak en taze, en hormonsuz sebzeleri seçmek için marketlerde dolanmak, bebek cildine uygun sabunları bulmak için olmadık semtlerde olmadık dükkanlar bulmak, en ucuz ve en güzel bebek giysileri satan yerleri keşfetmek pek göze görünmüyordu. Benim kucağımda saatlerce sevmem, dakikalarca seyretmem, oynamam, her yeni şeyi ilk benim farketmem zaten olması gerekenlerdi. Olmaması gerekenleri yapıp şahane olan tabii ki babasıydı.
Ama Ali hakikaten de iyiydi. Etraftaki babalara bakmadan da düşünsem bebeğin onu iyileştirip güzelleştirdiğini gördüm ben. O yüzden bebeklerle daha haşır neşir bir hayatın varolan erkeklik kurgusunda güzel bir çatlak oluşturduğunu, erkeksiliğin kaybettirdiği olumlu insan özelliklerini kazanabilmek için bir şans olduğunu düşünüyorum. Bebekler söz konusu olduğunda erkeklerin iyi olduğuna, baştan iyi değillerse sonradan değişip iyileşebileceklerine ve onlarla birlikte daha iyi bir şeyler yapabileceğimize inanıyorum.
Dido

annelik üzerine


Aslinda bugunlerde kendimle ilgili yazmak istiyorum. Yazan herkes bunun icin yazmiyor mu biraz? Kendini anlamak, kendini eşelemek biraz daha, bu değil mi amaç.. kendiyle meselesi olan insanlar yazarlar. Baskalariyla değil. Benim kendimle meselem ne? Galiba yazdıkça anliycam bunu, yazmadan bilse yazar mi ki insan? Yazmaz...

Mesela neden 10 koca yıl bekledim anne olmak için. Yaş 35’e gelmese belki hala sorguluyor ve kaçıyor olacaktım. Neydi beni bu kadar ürküten... annemle yaşadığım başarısız anne-kız hikayesinin, bir başka versiyonunu (bu kez tersinden) tekrar yaşamak ve bir başkasına bunu yaşatmak korkusu mu? en derinde bu var sanki...

Belki bunun için kızım olmasından hep korktum. Yok, kız çocuk sahibi olmak hiç de kolay değil. Sürekli bir karşılaştırma var kafamda, hesaplaşma... “bak annen gibi yapıyorsun, yapma bunu” diyor kafamda bir ses... sanki erkek olsa bilemezdim bu kadar net, nasıl etkileyeceğini yaptıklarımın, söylediklerimin. Daha bilinmez olurdu ilşkilerdeki sebep-sonuçlar. Ama şimdi hep tetikteyim...

Derdim biraz bunu aşmak, hep içimden “ben annem değilim ki” diyorum. “seni seviyorum; seni sen olduğun için seviyorum” diyorum. “seni kafamdaki kız yapmak için uğraşmıyacağım hiç bir zaman” diyorum. “kısıtlamayacağım, hesap sormayacağım” diyorum. “yalan söylemek zorunda kalmayacaksın bana” diyorum. “sana güveniyorum” diyorum. Ama gene de korkuyorum...

Bir çocuk sahibi olmaya karar verdiğim o günleri hatırlıyorum. “Hayat risk almaktır” demiştim kendi kendime. “Bir sürü insan var bak çevrende, annelerine ‘annecim’ diyebilen”. Ben anneme “anne” diye bile seslenemediğim için, hep hayrete düşürmüştür ve imrendirmiştir beni bu sevgi ilişkilerini gözlemlemek. “Başarabilirsin sen de. Bazen yaşanan olumsuz deneyimler, insanların doğruyu bulmalarını kolaylaştırmaz mı?” diye yüreklendirmiştim o dönem kendimi. “hele bir de başarırsan bunu; o gerçek, koşulsuz sevgiyi tadabilirsen, işte bu hayata bedel bir deneyim olur”...

Sevgi açı olmak ne kötü, nasıl seveceğini bilmemek... Ben hiç bebek almamıştım elime, kızım doğana kadar. Kendimi inandırmıştım buna “bilmediğin birşey bu: sevgi sözcükleri mırıldanmak, sıkıca sarılmak, okşamak, seni sevebilirimi karşındakine hissettirmek”. “Yok, bebekler anlar benim sevmeyi bilmediğimi ve ağlarlar şimdi elime alır almaz” diye düşünürdüm hep.

Hastanede kucağıma verdiklerinde Deniz’i ilk defa, “ben ne yapıcam şimdi, yalnız bırakmayın beni bununla” diye bağırmak gelmişti içimden. Evinin dışında biryerde olmanın verdiği tüm rahatsızlığa rağmen, etrafta koşturan hemşireler güven vermişti bir yandan da bana. “Eve gidince o ve ben olucaz, nasıl olucaz??” diye deliler gibi endişelenmiştim. İşin komik yanı bana yardım etmek üzere annem gelmişti İzmir’den. Annem, anne olmama yardım edecekti!

Hamileliğim süresince annelikle ilgili konulardan çok, fiziksel olarak karnımdaki canlıya zarar vermemek üzerine yoğunlaşmıştım. Doğum sonrasında ne olacağı ise bir bilinmezlikti benim için. Şimdi düşünüyorum da; ilk günlerdeki, hatta haftalardaki, gazdan dolayı bebeğin sürekli ağlaması, uykusuzluk, perişanlık aslında insanın duruma uyumunu kolaylaştırıyor. Sorgulayamıyorsunuz bir sürü şeyi. Bitkisel hayatta gibi geçiyor saatler, günler, haftalar.. Arada sırada tavana vuruyor sinirler, sabır taşıyor. Odaya kapanıp, avaz avaz ağlıyor insan ve sonra hiç birşey olmamış gibi çıkıp görevinin başına dönüyor. Tempo düştüğünde ise o küçük canlıya alışmış ve kabullenmiş oluyorsun artık: Hayat bundan sonra onunla devam edecek. Yalnız değilsin hiç bir şekilde. Kendini bir başkasıyla paylaşıyorsun. Hem de hiç adil olmayan bir şekilde (hele ilk zamanlar en az %90’nın ona ait).

Zor zamanlar ilk aylar, insan geriye dönüp baktığında nasıl dayandım ben buna diyor? Yazacak çok şey var... çok bunaldım, hala bunalıyorum.

Ama her duyduğumda kalbimi güm güm çarptıran birşey söylüyor artık kızım. “annecim” diyor bana arada sırada.. ve ben bu nasıl oldu hiç bilmiyorum. İçten içe ümitleniyorum. Olacak galiba...
Gözde
bağlantılar: