15 Şubat 2014 Cumartesi

pedofili, oryantalizm, feminizm

uzun zamandır elim varmadı buraya yazmaya. satı öldüğünden beri yani. ama ezgi (sarıtaş) birikime varolan çocuk gelin-pedofili tartışmasını toparlayan güzel bir yazı yazmış. ben de bu tartışmanın gördüğüm kadarında eksik kalan bir şeyi eklemek istedim...

konu çuvaldızı kendimize batırmakla ilgili. bu satı'yla da çok konuştuğumuz bişeydi. feministlerin en çok eleştirdiği şeylerin sadece kendi sınıflarında değil kendi hayatlarında da gerçekleşiyor olması ama bunun pek mevzu olmaması meselesi. kelin ilacı olsa başına sürerdi, demek feministler bu işi çözememiş, demek bir şey bilmiyorlar denebilmesi ihtimalinden midir nedir... halbuki bu tür bir kırılganlığın feministleri azaltan değil çoğaltan birşey olduğu da söylenebilir pek alâ. bir de tabii, projecilik işlerini bilmem de, ilaç satanlardan farklı olarak feministlerin çoğu çözüm satıyor da değiller. satı'yla konuştuğumuz şeylerden biri genç yaşta özgürce bir ilişki yaşamanın da çocuk gelinlikle aynı kapıya çıkabiliyor olduğuydu mesela. geçen defne suman da yazmıştı pek güzel. orada da sözü edilen, belki daha basit görünen bir boyutu da evişleri, işbölümü. bu blogda da yazdım... bir kuşak feministin çözümü evlenmemek, çocuk doğurmamaktı. bunlarla kafa göz yara yara cebelleşenler de oldu tabi her zaman... yarmayarak da.

neyse, bu az çetrefilli değilmiş gibi pedofili konusu daha da çetrefilli. üstelik bağlantısız da değil. küçük yaşta evlenmek, özellikle de yaş farkı bulunan biriyle evlenmek demek pek çok işi yapa yapa, ses çıkaramadan büyümek demek, pek çok kadının böyle büyümesi kadın işinin buna göre tanımlanması demek vs. aynı zamanda. yani daha önce zikrettiğim yazılarda tartışılan temel meselelerden birisi olan toplumsallık başka pek çok seye de bağlıyor meseleyi.

yalnız bu toplumsallık kurgusunda kendimizi hiç katmadan da yazabileceğimiz yanılsaması var gibi geliyor bana. ne de olsa çocuk gelin değiliz, kendi hikayelerimizin konuyla bağlantısı yok, olaylar uzak coğrafyalarda geçiyor... bu uzaklık meselesi tartışılmamış değil elbette, dicle koğacıoğlu, nükhet sirman çocuk-gelin müessesesinin de içinde yer aldığı namus meselesi ile ilgili bunu gayet de güzel ifade ettiler, ediyorlar. (mesela doğu'da namus cinayet olan şeyin batı'da aşk cinayeti adını alması meselesi)

ama ben bu tartışmada yine bu vurgunun eksikliğini hissettim. mesela en basitinden sanki süper süper modeller de 12-14, hatta 10 yaşında modelliğe başlamıyor, modellik yapabildikleri sürece bu görüntülerine sadık kalmaları beklenmiyor, ve onlarla beraber markalı dükkanlardan alışveriş ed-ebil-en tüm dünya ve feministler de o bedenlere girebilmek için rejim yapmıyorlarmış, başka gerçek alternatifler varmış, ve bunun konuyla ne alakası varmış gibi mesela... geçenlerde 5harflilerde kate mossun mesleğe yeni başladığındaki genç ve yukarıda değindiğim kadın-işinin tanımlanması sürecine çok benzeyen kadın-vücudunun tanımlanması süreçlerine ışık tutan bir tercüme vardı misal. pedofilide süper model eşiği türü bir konu saptırma gibi de düşünülebilir bu tabii ama bana sorarsanız içinde boğulduğumuz şey için başkalarına acımak feminizme göre değil -çok yapsa da, en azından tartıştığı ve zaman zaman da sıyrılabildiği birşey. en azından kürt olup kürtlerin yabancılaştırılmasına kıllanmak ya da feminist olup ataerkinin hiçbir zaman sadece bir eğitimsizlik sorunu olmadığını bilmek ihtimal dahilinde (bu tartışma içinde olayın ataerki boyutunu bu şekliyle vurgulayan bir yazı, inanmayacaksınız ama yine 5harflilerde nimet alıcının yazısıydı).

bu kendi durumumuza bakmadan başkalarınınkini mesele etme problemini yakın zamanda en iyi şu fransız yapımı erkekler-kadın olsa majorité opprimée viralinde gördük. burda adam kısa film boyunca bir bebek arabasını sürürken türlü tacizlerle karşılaşıyor, ama sanki bunları yaşayan kendisi değilmiş gibi kreşteki başörtülü adama ay çok eziliyosun falan diye laf ediyodu. bu durumun komedisi gibi de anlaşılabilirdi film, bu durumun normalleştiricisi gibi de. ikincisi gibi anlayan iki yazı gördüm, zaten onu taciz edenler de afrika kökenli falan olunca birinci türlüsü pek akla gelmiyor.

şimdi tabii evlenmekle modellik yapıp çok paralar kazanmak ya da arasındaki durumlar, mesela özgürce bir ilişki yaşamak vs aynı şey mi diyenler olacak, haklılar da, değil, ama çocuk gelinliğin her hali de değil, diyelim 14 yaşında bir kız kendi seçtiği ve istediği 16 yaşında bir oğlanla evlendiğinde aynı çocuk gelin kategorisinde mi tartışacağız sorusu da var. kız kategorisinin belirsizliği zaten üzerinde tartışmak zor olan cinselliği konuşmayı iyice zor hale getiriyor. ama biz kendimizi ezilmişliklerden azade, problemleri de başkalarının görmedikçe bunun bile içinden çıkılır bence.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

satı


satı'yı kaybettik. satı nasıl kaybolur bilemiyorum. on bir senelik anneliğinin nerdeyse üç buçuk senesini çok ilerlemiş bir kanserle aslanlar gibi mücadele ederek geçirirken daha da güçlendi zira. kaybedenin biz olduğumuz açık.

oradayken orada olmayan annelerden söz ediyorduk. hayattayken ulaşılamayan, hep yapacak işleri olan. belki öyle olmamak için mücadele ediyorduk. biz de sevgi doluyken de serttik, başka nasıl olunur bilmiyorduk. ama sanırım o bir yandan o mücadeleyi verirken bir yandan da bizle çok az kişiyle kurulabilen gerçek bağlar kurmaya zaman bulmayı başardı.

blogdaki tek yazısı en çok okunan yazılardan biri... belki az yazdığı için yazdığı şeyler çok güzeldir.çok yazsa da çok güzel olacağı halde. az yaşadığı için mi herkesten çabuk anladı pek çok şeyi ve bize anlattı? belki de öyledir. sanırım bize bir ömür yeter dokunuşu.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

kumaş parçaları


Fotoğraf

kumaş parçaları çocukken en sevdiğim oyuncaklardan biriydi. bebekler öbürü. kumaş parçaları bebeklerin tamamlayıcı öteki. bedava ama evinde dikiş dikilen evlerin oyuncağı bu anca gerçi. anneni anneanneni içinde gördüğün elbiselerin kumaş halleri. bebeklerini öyle bir sarabilirsin ki anneni ve anneanneni yeniden düşünebilirsin. ve böylece kendini.

sonra köye gitmiştim. babannemden de kumaş istemişim. ona da ulaşabilmeyi dilemişim. köyde ekstra kumaş ne gezer. atmış beni başından tabi. kendi düzenli ziyaretlerinden bir başkasına gelmiş olan yengem eteğini yırtmış bana bir parçasını vermiş. sağol yenge. bu benim hala en sevdiğim oyuncağım, ama bulabilmenin değerini yeni anladım.

21 Nisan 2013 Pazar

aradığım o lezzet

sofrada bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi yazısında biraz girmiştim: endüstriyel ağların dışında bir yeme içme ağı ve kültürü mümkün mü sorusuna... işbölümünü yemek yapan erkeklere bağladığım yazıda da biraz girdim: yerel kültürün "kabalığını" değil sıklıkla bakmadan geçtiğimiz inceliklerini fark etmek ve çoğaltmak işine.

doğal bilinçli beslenme ağı bana böyle bir alan sundu. ne yalan söyleyeyim piyasa ürünlerini övmek için piyasa tarafından beslenen dergiler doğallık ve bilinç işlerini öve öve bitirilemezken  içini  de boşaltılmış olduklarından aradığım şey olduğunu düşünmedim öyle hemen.

aradığım şey de şuydu: dağda bayırda serbest dolaşan yani kendi hayatlarını yaşayan yerli tavuklara, ineklere, onların ürünlerine, yerli buğdaya, domatese bu dolaşma işi bundan hızlı ve çok kar elde etmeyi uman şirketlerin eline geçmeden ulaşıp, karşılığında da kendimizden bişeyler veremez miyiz? bu illa taşınıp gitmeyi, kendi çiftliğini kurmayı gerektirmek zorunda mı? tavuktan buğdaydan söz ediyoruz yahu, gündelik kalıplarımızı kırsak, biraz zamanımız ve bir arka bahçemiz olsa oracıkta olabilecek bir tarafı da var. bu işler kolay olduğundan değil, ama mümkün olduğundan. köylüler ve köyle bağlantısı olanlar bunu gündelik olarak yaptığından ve şehirliler bir yandan buna tepeden bakarken bir yandan organiğe ulaşmak arasında sıkışıp kaldığından...

tabi biraz internet araştırması ve ipek hanımın çiftliği gibi daha popüler olmuş güzel örneklerle buna yakın ihtimallerin varlığı kendini gösteriyor. gerçi çiftliğin sahibi pınar hanım bırakıp gitme akımına bir örnek, ama gönderdiği haftalık e-postalar şiirsel ve neşeli. üstelik aracısız doğal ürün ağı (ADA) gibi dbb üreticilerinin bazılarının da üye olduğu başka ağlar da mevcut.

gerçi ben de biraz temkinliyim galiba bu işlerde. çok püritan bi yere doğru kolayca sürüklenen bir tarafı var. mesela kendi yaptığının en doğrusu olduğundan en ufak bir şüphesi olmayan çevreciler de bana mutlak zıtlarından, yani tozsuz bir evin tek ihtimal olduğunu düşünen ev hanımlarından daha az obsesif görünmüyor. üzgünüm ama doğal beslenme fiksasyonlu anne bloglarında da bunun en süper örneklerini görebiliyoruz. (amarginin mutfak sayısı  ve 26. sayısında da bu tartışma var) sanırım burada anahtar kelime korku: toz canavarları ya da endüstri ürünleri, ölüm... eğer bişeyi yaptıran korkuysa kıllanıyorum. şöyle örnek vereyim: organik pazarda beraber dolaştığım arkadaşım sodasan tezgahının önünden geçerken ben bunu kullanıyorum iyi dedi. ben de aldım elime içindekileri okumaya başladım. bana baya kimyasal gözüktü ama yine de bi deneyecektim ki satan kadın "diğer ürünleeer çok zararlıııı sağlıksııız" falan demeye başladı. ossaat attım elimden deterjanı, bana kendisi de kimyasal olan başka bir deterjanı öbüründen korkutarak satmaya niyetlendiği için. ben yine üşenmeyip enzim yapayım en iyisi.

ama neyse ki dbb ağı, ve özellikle de ankara'nın güzeller güzeli bir köyü olan güdül'ün tahtacıörencik köyünde kurulan tahtacıörencik doğal yaşam kolektifi, hem pazar sabahları organik pazarın yanına hafif korsan olarak kurulan köylü pazarındaki ulaşılabilirliğiyle (köylü pazarı artık müstakil ve perşembe günü ayrancı pazarında), sadece kolektiflerle değil köylülerle de olan bağıyla, ve bizzat tahtacıörencik köylüleri tarafından sahiplenilmesiyle, hem internet dolayısıyla gayet iyi örgütlenmiş olması sebebiyle (tahtacıörencik gibi bağlantısı olmayan üreticilerin internet bağı siz de olabilirsiniz), hem üreticilere eklenmenin kolay ve hem de sertifikayla falan değil karşılıklı güven duygusuyla işlemesiyle "aradığım o lezzet." reklamın gündelik hayattan çaldığı anlamları geri almak iyi.

işbölümü meselesi

bu mesele özellikle çalışan çiftlerin çalışmayan evliliklerinin kökünde gibi. eve giren para denk ama yapılan iş denk değil. üstelik çalışmayan bir kadının yaptığı iş de eve gelen paraya denk değil, özellikle evde bebek varsa... üstelik çalışan insanın çalışmadığı zamanlar oluyor ama çalışmayan kadınların evişi yapmadığı zaman olmuyor. her iki durumda da oturup konuşup çalışan bir işbölümü planı çıkarmak elzem. ama bunun bir yardım planı değil evimizin işini beraber yapma planı olması icabediyor.

kulağa ütopik geliyor. ama mutlak bir eşitlik aranmadığında, nezaket dünyasından çıkılmadığında o kadar da imkansız değil. üstelik arada bir çıkılsa bile :p

bizim çözümümüz bir işbölümü planıyla oldu. yaptığımı düşündüğüm işleri, bunlara kaç saatimin gittiğini, kaçını yapmamayı tercih edeceğimi, hangilerinin eşim tarafından alınmasını istediğimi, hangilerinin benim için daha zor hangilerinin daha kolay olduğunu yazdım. eşime sence bunlar doğru mu, adil mi, ne diyosun diye verdim. o da bu karmaşık tabloyla daha fazla birşey yapmadı. ama daha önce bir türlü bu netlikte iletemediğim mesajı da aldı. belki de böylesi de daha iyi oldu. ama başka örnekler de varsa da duymak isterim :)

bu gözle bakınca, etrafta evişi yapmaktan gocunmayan erkeklerin ne kadar çoğunun zamanla daha çok yemek yapma işini devraldığını ve bunu iyi de yaptığını görüyorum. gerçi bazı ailelerde de aslında gayet güç isteyen mr muscle bir iş olan ve erkeklikle de özdeşleşebilecek temizlik işlerinin devralındığını da gözlemledim. o bana daha mantıklı gelmişti. aşçıbaşı figürünün kadınların kamusallığına yönelik kısıtlılıkla ilgili olduğunu düşünmemden ve tabi bunun da altında yatan babamın yemek yapmakla pek arasının olmamasından sanırım. -gerçi annemin olmadığı bir yaz boyunca, dışarda yemediğimiz zamanlarda fasülye, patlıcan salatası ve salata yemiştik ki tadı hala damağımda. halbuki etrafımızda yemek yapmaktan hoşlanan erkekler, babalar ve oğlan çocukları yok değildi ve güzel de yapıyorlardı bu işi, zevk aldıkları için yaptıklarından mıdır nedir...  üstelik şimdikilerle birleştirince bu yemekler daha çok erkek işi olarak görülen mangal stili yemekler de değil... gerçi mangal geleneği de önemli. kebabın erkeklerin yaptığı bir yemek olduğu ve hergünkü yemeklere dahil olduğu bir kültürde erkekler yemek işine daha dahil. diyelim urfada adamlar öğle yemeğinden akşam yemeği konuşmaya başlıyorlar. yaşasınlar.

kadınların cemaati meselesi ve çocuklar

çocuksuz toplantılar benim feminist anneler grubunda en sevmediğim fikir.
başından beri de var. çocuklarla uğraşmaktan konuşamadığımız için -ki kısmen doğru- çocuksuz toplanma çağrıları. ayaküstü 1-2 buluşma hariç gerçekleştiğini görmedim gerçi. çoğunlukla sayemde. ama şimdi böyle yazdım diye grup dışı kalmaktan hoşlandığım sanılmasın. ama benimki de bir çeşit mücadele galiba.

yani tamam anneler topluluğuyuz diye sadece anne olmak çocukları her yere götürmek zorunda değiliz. ama biz bir de destek ağlarından oldukça mahrum ve çalışan bir anne topluluğuyuz? üstelik çocuklarla beraber dolaşım annelik ve kamusallık işlerinde zurnanın zırt dediği yer:

geçen aynur demirdirek'in kadınlar dünyası dergisinin yüzüncü yılı sebebiyle odtü'de yaptığı konuşmaya 3 yaşındaki oğlumla gittim. fazla dinleyemesem de gerekirse çıkarız dinlediğim de kardır diye düşünüyodum. neyse ki oğlan aynur'un sakinliğinin etkisine girdi yine ve önce sakin sakin dinleyip sonra da uyudu.

konulardan bir tanesi de dergi yazıhanesinin aynı zamanda bir toplantı ve buluşma mekanı olması idi. çıkışta aynur "yalnız bir duyuru vardı, o da on yaşından küçük çocuklarınızı konferansa yanınızda getirmeyin idi" dedi.

isyeaannn

neyse ki aynur oğlanla beraber geldiğimize memnun olmuştu, kimsenin de bir şikayeti yoktu. üstelik kadınlar dünyasının yazıhanesine çocuklarıyla gidiyormuş kadınlar (nezihe'mle gitmiştim diye yazmış biri.) ama umumi konferanslar cemiyeti'nden verilmiş bir duyuruda teali-i nisvan cemiyeti'nin iştirak ve desteğiyle düzenlenen celal nuri bey tarafından verilecek "islamiyette kadın" başlıklı bir konferans duyurulurken "on yaşından daha küçük çocukları beraber getirmemeleri hanımefendilerden suret-i mahsusada rica olunur" denilmiş. (kadınlar dünyası 36. sayı, sağol aynur). demek kadınlar kendi aralarında yine çocuklu toplanabiliyorlarmış ama celal nuri beyin konsantrasyonu bozuluyormuş! aklıma yine ursula le guin'in kadınlar rüyalar ejderhalar'ında çok sevdiğim bayan brown yazısı geliyor, kadın yazarların mutfakta yemek pişirir çocuklar koştururken de yazmaları ama erkeklerin bütün hayhuydan ve angaryalardan uzakta, yalnız ve mağrur yazabilmeleri. bu çeşit bir erkek yazar kamusallığı hala alanı domine etse de bunda özenilecek birşey göremiyorum ben de le guin gibi. kadınlar da  kamusallığı kadınların olmadığı yerden çocukların -ya da mutfağın- olmadığı yere çektiklerinde bence iyi bir pazarlık yapmıyorlar. elitizmle malul halkevlerinin (!!) de büyük sorununun bu olduğunu yazmıştım: hem kadınları çekmek için uğraş hem gelmiyolar diye azarla hem de çocuk getirmeyi yasakla??!!

feminist anneler bir halkevi olmasın!! kendilerini caminin yerine koymaya çalışırken ve kadınların katılımı konusunda camilerden çok daha iddialı takılırken kadınların çoluklarıyla çocuklarıyla gayet de rahat ettikleri kadınlar kısmına sahip camilerin yanına bile yaklaşamamışlardı ne de olsa! özellikle hacıbayram gibi merkezi yerlerdeki camilerin kadınlar kısımları kadınların taciz edilmeden ve para harcamadan çocuklarıyla birlikte mola verebilecekleri, bebelerini emzirebilecekleri yerler. kocaman ve bomboş bir alanda koşturmanın daha büyük çocuklara verdiği zevk de cabası.

gerçi bu sorun sadece feminist anneler gibi zaten kamusal alanda varlık gösteren kadınların sorunu da değil. islamda kadınların cemaati meselesi başlıbaşına bir mesele. kadın imam meselesinde vücut bulan bir mesele mesela: çünkü sorun sadece kadınların erkeklere imam olup olamayacağı değil, kadınların birbirlerine de imam olup olamayacağı sorusu. bu soruya farklı mezhepler farklı yaklaşıyor. birçoğunda kadınlar kadınlara imam olabiliyor ama diğerleriyle aynı hizada duruyor. bence makul. iran'da da yakın zamanda bu yönde genel bir fetva çıktı -daha doğrusu kadınların imamlığının üstündeki yasak kalktı. ama hanefilikte kadınların kadınlara imamlık yapmasına izin yok mesela. kadınlar biraraya bile gelseler eğer bir erkek imama uyamayacaklarsa yalnız namaz kılıyorlar. hatta kadınların arkada, ya da kadınlara ayrılan bir yerde bile cemaate katılsalar cemaate katılmalarının hayırlı olup olmayacağı bile tartışma konusu. camide bütün kadınlar imama uyup birlikte saf tutarlarken neredeyse aynı anda ama biraz daha ötede ve ortak ritmden kopuk olduğunun altını çizerek namaz kılan kadınlara da rastlamışlığım var. bu da kadınların cemaatinden hayır gelmez mealinde bir hadise, bu hadis ise kadınlar cemaat olurlarsa çoluklarını çocuklarını ihmal edebilirler durumuna dayanıyor sanırım. hadisin sahih olduğu söyleniyor ama bağlamını bulamadım (şurada bu tartışmanın bir nevi özeti bulunabilir). bu haliyle islam gibi cemaat temelli bir dinden, tarih içinde farklı zamanlarda daha az eğitimli olmaları sebebiyle imamın yokluğunda namaz kılamayacak olan kadınları ihmal etmemiş olmasını beklerim. zaten hz. muhammed'in bazı eşleri da başka kadınlara namaz kıldırıyor. tüm bu tartışmanın sıcaklığına rağmen kamusal alanla malul olmayan dindar kadınlar daha iyi çözümler bulabiliyor. örneğin kadınlararası islami sohbetlere kadınlar çoluk çocuk gidiyor o çocuklar da bir şekilde çokluk içinde idare ediliyor.

türkiye'de dindarlık kitabında öne çıkan, bu tartışmadan laik olduğu için bağımsızmış gibi görünen, ama aslında aynı yere dönen, gösterişten uzak olmak için yalnız namaz kılan bir laik kadın figürü vardı. orada adeta laikliğin dayattığı bireysellik ve dindarlığın dayattığı cemaatçilik arasında bir çözüm gibi bir yerde ama benim içimi acıttı. laiklik bireyselliği dayatırken de ne kadar gizli bir cemaat yaratıyor, ve bu cemaatin kararları tartışmaya açıkça cemaatçilik yapılan yerlerde olduğundan çok daha kapalı çünkü cemaat aslında yokmuş gibi! camide namaz vakti herkes beraber saf tutarken yalnız kalan kadın gibi laik olduğu için dinini yalnız yaşaması gerektiğini düşünen bir kadın da bu sefer başka bir cemaatten korktuğu için kendini tecrit ediyor. dışlanma korkusuyla yalnız kalmak! bazı laik müslümanların da cemaat bazı içi hanefi kadınların da ortak kaderidir belki... ama dedim ya benim gördüğüm cemaatlere eklemli kadınlar, cemaat bu konularda ne kadar muhafazakar olursa olsun genellikle kendilerince bir cemaat oluşturuyorlar. diğer grup, yani ilk bakışta kendi kendilerine yarattıkları intibası uyandıran bir tecrit yaşadığını gördüğüm kadınların çoğuysa -ki zaman zaman dahil olduğum oldu bu gruba- belli bir kamusal hayat tecrübesi yaşayan ya da yaşamış -emekli vs- kadınlar. dışlanma korkusu çok şiddetsiz görünen ortamlarda da olabiliyor o yüzden  korku diye adlandırmak yerine gösterişten uzaklık diye adlandırmak işlerine de gelmiş olabilir.... bu izolasyonu yaşayanlar daha çok ununu elemiş eleğini asmış, ya da ununu elemeden eleğini asmış, zaten oldukça yalnız yaşayan kadınlar bir de. yani çolukluluk çocukluluk gibi kendilerini yalnızlaştırıyor gibi görünüp aslında en azından mecburiyetten onları farklı farklı cemiyetlere eklemleyen durumlardan da bir nevi yoksunlar. üstelik kamusallığın kendine özgü bir elitizmiyle de malul olmadıklarından emin değilim. yani kimseyi kendileri gibi görmedikleri için kimseye karışamıyor gibi de olabilir bir grup. "gösterişten uzaklık" iddiasında böyle bir eleştiri var zaten. bu noktada dışlanma korkusuyla kibir de bir madalyonun iki yüzü gibi, iki ayrı ihtimal değil birbirini tamamlayan iki ayrı duygu... kibrin böyle çelişik bi tarafı var, hem kimseyi beğenmiyor, hem sürekli onay istiyorsun...

sadece elitizm değil kamusallığın bahşettiği bir karışamama hali, bir donukluk da var bu kimsenin kolay kolay bende yok diyemeyeceği, kafadan bende yok diyenlerin de baştan ismini listeye yazdıracağı modern kibirde. ilginç aslında, kendileriyle en yalnız kalamayıp tefekkür için gerekli yalnızlaşmayı yaşayamayanlar da belki bu kadınlar. bu sesler kafasında olmadığında cemaatle bile yalnız, onay aradığı bu diğer sesler kafasında olduğundaysa yapayalnızken bile kalabalık olabiliyor insan... bir kadına yalnız kalma hakkı vermeyen ev, aile, cemaat, arkadaşlar, onu yapayalnız bıraktıklarında bile kafasını meşgul etmeye devam edebiliyorlar... yani bir önceki paragrafta belirttiğim hayali cemaat, tam da kalabalıklığıyla yalnızlaştırıp donuklaştırabiliyor birini:  sevgili dostum ligea ile az konuşmadık kamusal cemiyette lider pozisyonuna gelen annelerin günde yüzlerce kere anneleri tarafından kucaklanan, öpülen, onaylanan çocukların aldıklarının birini bile verirken kırk kere düşündüklerini. veremez olduklarını. kendimizden bilerek. bu yüzden annelik feminizmin en kilit meselelerinden biri, bazı kuşaklar çocuksuzluğu feminizmin şartı olarak görüyor, çocuk bakımının da diğer ev işleri gibi eşit bir şekilde bölüşülebileceğini, hatta bazıları tamamen havale edilebileceğini düşünüyor. belki feministlerin baktıkları en son yer olan köy ve güvendikleri en son kişi olan kaynana ve çocuk bakım pratiği tarihlerinden varolan ürkünç senaryolara alternatif çıkabilir... her halükarda elbette bölüşülebilir, ama özellikle emzirirken, iki sene anne nerede biter bebek nerede başlar kim biliyor? kreş süper bir destek ama üç yaşından önce başlamak pek anlamlı değil ve o üç sene kimin bakacağı, nasıl paylaşılacağı gerçek bir muamma. üstelik sadece kamusal alanda çalışan kadınların muamması da değil, annesi adeta ruhani bir lider olan bir başka arkadaşım da aynı dertten mustarip. yani kamusallığın dini imanı yok! ve şu çoluk çocuğun ihmali meselesine de öyle kestirip atarak bakmak kolay değil.

kamusallıkla cemaati de bir tutmak problemli elbet. kamusallık 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bir kavram ve aklın soyutlamalarıyla ayakta duruyor. erkek aklın koşturduğu kocaman ve bomboş ama soyut bir alan. bu soyutlamalar da kadınlardan ve dinden, ve hatta bu kadarıyla bile söylenmeyen şekliyle çocuklardan ve delilikten. delilikle ilgili soyutlamalarla uğraşanlar var elhamdülillah (fuko olsun dölöz olsun). ama çocuklarla ilgili soyutlamalar havada hala...  ve kadınlarla ilgili meseleyi doğrudan etkilemesine rağmen doğrudan tartışıldığı da pek söylenemez. üstelik feminizmin kendi seçkinciliklerini de tartışmak için uygun bir alan bu. feministlerin önemli bir kısmı da diğer cumhuriyet elitleri gibi sınıfsal, dini ve çocuklarla ilgili bir tepeden bakıştan muzdaripler ve özellikle de bunların kesiştikleri kümelerde yer alan kadınlara karşı girişilen öğreten adam tavrı da pek yardımcı olmuyor: "o kadar çok çocuk yapmasan başına bunlar gelmezdi," "okula gitsen başına bunlar gelmezdi," "dini hurafelere inanmasan başına bunlar gelmezdi." halbuki, bunlardan uzak duran çocuksuz, eğitimli, dinle mesafeli kadınlar da dönüp dolaşıp küçük gördükleri hallerle yüzyüze buluyorlar kendilerini eğer dürüstlerse. yani buradaki örneğinde, kadınların cemaati meselesi her durumda kadınlar için mesele, hepimizin ortak meselesi. üstelik çocuklu buluşmalar -bence buna herkes dahil olabilir, çocuksuz arkadaşlarımdan gördüğüm desteği kimseden görmedim diyebilirim, burada da anlattığım üzre biyolojik kısmı kısıtlı bir kısmı-  sadece farklı grupları birleştirmek değil aynı zamanda çocukların kendisinin bu muhabbete katkısı açısından da önemli. feminist anne toplantılarına iştirak ettiğim beş-altı yılda çocukluktan genç kızlığa geçen asya'nın sessiz ve güzel varlığı son buluşmamızın en iyi tarafıydı bence. kız çocuk, sınırlarının belirsizliği ve insanlık tarihinin en güçlü kişisi oluşu meselesi (inanmıyosanız miyazaki seyredin, öyle değil mi sayın tolga ulusoy?) zaten daha tartışmak istediğim bir konu. kadınlar ve çocukların içine girdiği içinden çıkılmaz durumları da genellikle ablalar çözüyor. yani kadınların cemaati ve çocuklar meselesine de göbekten bağlı. ya da kadınların cemaati ve çocuklar meselesi ona... neyse, bu da kadınlara ve çocuklara, ve ablalara dair zayıf tartışmalara böyle bir pop-katkı olsun...

17 Nisan 2013 Çarşamba

bebek ve çocuk kıyafetlerinin devirdaimi

ilk kez bir bebeğin ne zaman ne kadar büyüyeceğini ve ne kadar hızlı büyüdüğünü hesaplayamadığımda elime geli geli veren tulumlar, çıtçıtlı bodyler için arkadaşım gökçe'nin ellerinden öperim. sonra böyle sürdü bu, ben de onları bizimkileri ekleyerek başka bir arkadaşıma verdim, artarak geri döndü, sonra başka bir arkadaşıma, sonra başka bir arkadaşıma... ikinci bebeğim doğduğunda cinsiyetine uygun ve yenilenmiş haliyle bu kıyafetler yine bana döndü. sonra süreç aynen devam etti. biz de küçükken birbirimizin kıyafetlerini giyerdik bizimkilerin arkadaş ve akraba çevresi çapında. saymayı da severdik hangi kıyafet kime ait. kardeşim bir gün demişti: "tişört ali'nin, şort elif'in, sandaletler pınar'ın, bacaklar benim!" ne güzel ki yirmi beş seneye varan boşluktan sonra artık etrafta bebekler var ve şimdiden bir ağ yaratıyorlar :)

neyse, meğer bunun kurumsallaşmışı varmış: http://bebedonusum.blogspot.com/

ama daha az kurumsallaşmışı, yüzyüzesinin de daha şeffaf ve duygulu olduğunu düşünürsek: ankara bazlı kıyafet, kaliteli kitap, doğal oyuncak, çocuk mobilya (hatta fikrin ve paylaşımın merkezi olacak dolabın sahibi irem ne der bilmem ama bence çocuklulukla ve büyümeleriyle değişen bedenler göz önünde bulundurulduğunda anne-kıyafet) paylaşabileceğimiz bir ortakdolap oluşmakta. üye olmak için: ortakdolap@googlegroups.com 

31 Mart 2013 Pazar

annelik ve delilik 1: temizlik

annelik bir olgunluk timsali gibi geliyor akla. bu doğru da. o yüzden hiç tahmin etmezdim anneliğin ileri bir delilik kaynağı olduğunu. olgunluğun o delilikle baş etmekten, baş etmek zorunda olmaktan başka çaren olmamaktan gelebildiğini. ya da bazen gelemediği halde öyleymiş gibi yapmaktan başka çare bulunamadığını...

aslında şaşacak ne var: doğum sonrası depresyonu, siyah süt meselesi hep delilik alameti.
temizlik takıntıları da mesela anne deyince akla gelen şeylerden biri, bakınız ekşi sözlük'te anneli temizlikli şeyler araması... ben de esas bundan söz edicem burada.

ben bu annenin temizlik takıntıları meselesini daha çok orta sınıf kadınların ne yaparsa yapsınlar eve kapatılmışlığı ile ilgili bir delilik olarak düşünürdüm. o yüzden bunlarla baya bi mücadele ettim. şöyle seve seve dipli köşeli temizlik yapabilmeye bu durumla hesaplaştığım tezimi yazmaya başlayıp rahatlayınca başladım. okullarda öğretilen bilgilerin, mesela en bilimsel temizlik bilgileriyle de temellenseler eğitim ya da bilim, canlıları, canlılığı, hayatı değil kendini, eğiticileri, bilim-insanlarını önemsedikçe sadece soyut alanlar olan bilime, eğitime, bazı bilim-insanlarına ve eğiticilere yaradığını ama eğitilenin, en güzel bilgilerden bir demet eline tutuşturulmuş da olsa hayatını pek çok arazla sürdürdüğünü vs. gördüm. örneğin  temizlik herşeyin üstünde bir değer gibi değil yaşamaya yardımcı bir değer olarak düşünülebildiğinde bir araz değil bir araç oluyor. ama bir toz zerresine tahammülü olmayan misyoner mantık kız enstitülerinde, hemşirelik okullarında, kolejlerde temizliği dikte ederken onun hayatta kalmak için ne kadar önemli olduğunu söylese de hayatla olan bağlantısını koparıyor... tezi yazmak iyi oldu çünkü isyan ettiğim ama bir türlü tam niye isyan ettiğimi  ifade edemediğim bu mantık onunla kavga ederken de insanı içine alıveriyor. çünkü kavga ederken de, hatta reddederken de hayatını kavga ettiği şeye indirgeyebiliyor insan... ama sırf bunu fark etmekle de olmuyor. temizliğin dikte edilen kısmını ayıkladım, lazım olan kısmını aldım diyelim. bu sefer de evin içinde temizlik konusundaki işbölümü meselesi var mesela. neden karı koca çalışmamıza rağmen temizlik benim sorumluluğum? neden bu adaletsizlikten tek kaçış birisinin gelip bize yardım etmesiyle oluyor? sonra, bütün bunlara rağmen ve bütün bunlarla birlikte temizlik için dayanılmaz bir arzuyu, obsesif bir herşeyi potansiyel olarak kirli görme halini bebek doğunca yaşadım. o ana kadar kavgamın bu hiç hissetmediğim duyguyla olduğunu bilmiyordum. o anda da hemen öğrenebilecek durumda değildim. ama o zaman dış dünyayla kir savaşım başladı. evi kurtarılmış bir bölge olarak görme eğilimi vs.

o aralar hamamlarla ilgili çalışıyordum. hamamlarının en temel antropolojik meselemiz olan kir-temizlik, yalnızlık-birliktelik ikiliklerine çözüm getiren bir yerken nasıl kendisi pis addedilmeye başlayan bir yer olduğuna bakıyordum. bu meseleler üstüne düşünmek de bu bana en doğru şeymiş gibi gözüken temizlik takıntısıyla başa çıkmakta, bunun problemli olduğunu görmekte, görsem de bişey yapamadığımda üstüne gitmekte beni destekledi. ama kendimde ve arkadaşlarımda bunu görmeye devam ediyorum ara ara.

bunun daha da patalojik, ama birçok annenin kaçamadığını düşündüğüm bir aşaması da ikinci çocuk doğduğunda bu sefer uğruna dünyaya el yıkattığın birinci çocuğu bir kontaminasyon kaynağı olarak görmeye başlamak. neyse ki ikincide artık pek çok konuda daha rahat hissettiğin için ve belki de bazen artık temizlik obsesyonu ve temizleme zorunluğu senin ve tepesinde terör estirdiğin herkesin gündelik alışkanlığı haline geldiğinden birincisi kadar şiddetli olmuyor takıntı ve dışavurumu. ben de bunu ufak çapta hissetsem de atlatmam garip bir şekilde birinci temizlik atağını atlatmamdan daha kolay oldu. bu durumu daha çok bu pis bulunan birinci çocuk ben olduğum için biliyorum, belki de o yüzden, acısı gayet dolaysız bir şekilde bildiğim için atlatmak kolay oldu. ayrıca bu obsesyonların kendimi kardeşim otuz senedir bebek olmamasına rağmen hala eve her türlü yabancı maddeler benden gelirmiş gibi görülen şahsımı en azından bu cendereden çıkarıp temizlik dünyasının cevval savunucusu mertebesine erdirme işlevi olduğu da bir gerçek. nasıl kilo problemlerinde aslında gerçek kaçış hikayeleri var, temizlik obsesyonunda da bazen böyle bir yaftalamadan, kadın olduğun için pis addedilmekten vs. bir kaçış saklı. bu ikisi birbirini doğurabilir de zaman zaman. yani kadın olduğu için pislikle özdeşleştirilmiş olan bir kadın, anne olduğunda bu yaftalamalardan temizlik obsesyonuyla kaçıp, kaçamadığı kısmından da ilk çocuğuna yansıtarak kurtulabilir. o yüzden de bir yandan yapacak en doğru şeyin her duruma uygulanacak bir temizlik olduğu düşüncesinde çoklu konforlar var. kaçış o yüzden bu kadar zor ve ekşi sözlükte annelerin temizlik takıntıları o yüzden bu kadar popüler...

29 Mart 2013 Cuma

kilo meselesi


uzun zamandır bişey demek istiyorum bu konuyla ilgili.
hamilelik ve takip eden uzun emzirme dönemi bedenim çok değişti.
değişmese şaşmalı... ama bu değişim üzerinde ne kadar az kontrolüm olduğuna da şaşarken buldum kendimi. ne var ki bu kontrol yitimi hissi aynı zamanda daha önceki dönemlerimde, en kendimle temas halinde hissediyorken bile kendimi ne çok sıktığımı fark ettirdi bana.
bir nevi hoşuma gitti yani.


                              
neyse işte aslında sıkmanın kendisi daha derin bir kaybolmuşlukmuş meğer -ne için sıktığını bile bilmeden sıkıyorsun, atletik bir kadın olarak bir yandan varolan beden normlarına isyan ediyorsun bir yandan yeni normlar seni cenderesine alıyor (bu konunun farklı açılımları için susan bordo'nun dayanılmaz ağırlık klasiği faideli*) ama haberin yok... uzayda bir gezinti yapıyorsun, aynı aile normları, lost in space...

adeta şükrediyorum ara ara atak yapıp kilo verip sonra ne kasıyorum diye olayı kendi haline bırakmış olmaya... sonunda bir nevi farklı farklı hallerimi bana sevdirdiği için...

fakat olay orda bitmiyo ki.
kilo aldığım zamanlarda ancak çevremdeki toplumsal normları ve karşıdaki kimsenin sınırlarını iplemediğini tüm dünyaya duyurmuş kişiler yorum yapıyordu konuyla ilgili.
bir de annem. ama anneme bir www.bodypositive.com linki göndermemle vazgeçmesi bir oldu. bu kadar basitmiş meğer, onca yıldır :) heralde zamanıymış... bunu ne kadar takdir ettiğimi bu konuyu açmadan ona söylemenin yolunu bulabilmiş olmadığım için galiba, söyleyememişim, şimdi fark ettim.

diğer arkadaşlar vaz falan geçmediler tabi. üstelik bu yorumların olumlu ya da olumsuz olması o kadar farketmiyor.  "kilo almışsın, "kilo vermişsin," hatta "bedenle barışık olmak en güzel bişey."  inanılmaz ama gerçek: hepsi aynı mütecavizlikte söylenebiliyor. zamanla, konuyu açtıklarında ne diyeceğimi düşündüğüm zamanlarda yani, onlara mesela anneme diyebileceğim gibi "seninle bedenimi konuşmak istemiyorum" da demek istemediğimi fark ettim (gerçi bunu aramızdaki sınırlar en soğuk olduğu zamanda bile baya belirsiz olan biri olan anneme diyebiliyosam herkese diyebilmeliydim sanki?). o kadarıyla bile konuşmuş olduğumu, o kadarına bile tahammülüm olmadığını. sınırlarımı takmayan biriyle sınır konuşmanın buyur ihlal et gibi bir tarafı var çünkü sanırım. ben de olumlu veya olumsuz tepki verip konuyu zevklendirmek yerine, bu şekilde bir yorum gelip kafam karıştığında bu karışıklığı fark edip, kendi kendime hakkımı teslim edip, sonra da ciddi ama abartmayan bir ifadeyle o konuyu konuşmak istemediğimi söyleyip devam ediyorum sanırım. 

bunun daha kadın versiyonu da senin yanında sürekli kendi kilosundan bahsetmek. benim senden daha ağır olduğum belliyken sürekli ne kadar çok kilo aldığını vurgulaman ne gıcık biliyo musun? diyebildiğim kadınlarla yine de sorun değil. yani acayip kuul, bilgili, efendime söyleyim alternatif yaşam tarzları benimsemiş vs. kadınlar, bu şekilde veya değil, eğer aşağı yukarı her görüşmemizde kendilerinin veya başkalarının kilolarından bahsediyolarsa bu hem çok garip hem de çok üzücü ama eğer konuşabiliyorsam yine de sorun değil. ama bir de karşımda bundan söz ettiğimde bozulan biri varsa? gerçi bu tip konuşmaların bazen yanındakini rahatlatmayı amaçlamak gibi iyimser bir yerden de gelebileceğini, ama her halükarda konuşana ve yanındakine zarar verdiğini de hatırlamalı.

üstelik kendilinden kilo verdiğim zamanlarda aslında bi yerde daha da zor başka bişeyle karşılaşıyorum: "ne kadar zayıflamışsın ne güzel olmuşsun" "iltifatı." ben zayıflıkla güzelliğin birbirini otomatik çağırdığını düşünmüyorum. düşünenleri yüzeysel buluyorum. ama her gündelik konuşmanın ortasında bunu tartışmak istemem. ama sen her gündelik konuşmanın ortasına bu gibi yargıları, üstelik şeker kaplı olarak fırlatmakta bir beis görmüyorsun? üstelik çok tatlısın, gerçekten. şeker kaplı yargılarla başa çıkmak gerçekten zor sadece... bunların bana iyi hissettirdiğini düşündüğüm zamanlar da oldu. neden bir yandan iyi hissedip bir yandan hüzünlendiğimi, kendimden memnuniyetsizlik duyduğumu anlayamadığım zamanlar... gerçekten şekere benziyorlar bu yönleriyle, bir yandan tatlı bir yandan güçlü tahribat etkili... yine de bu "iltifat"larını bile sorguladığımda, üstelik bunu gündelik hayatın gündelik konuşmaları içinde yaptığımda bana manyak muamelesi yapmadan ciddi ciddi konuşabildiğim arkadaşlarımla bu sadece sorun değil değil aynı zamanda güzel bile. öyle öyle insan kendini de arkadaşını da daha iyi tanıyor.

bir de medyanın, onun fişteklediği az çeşit üreterek varolmaya devam etmeye çalışan şirketlerin vs. çabalarının tıpla tamamlanmasını olayın bir diğer veçhesi gibi sunma ekolü var. "tamam güzellik göreceli ama herşeyin başı sağlık" argümanı yani, ki ona da değinmeden geçemeyeceğim. beden kitle indeksi şöyle olunca böyle oluyomuş da böyle olunca şöyle oluyomuş... üstelik ben buna son araştırmalar beden kitle indeksinin biraz üstünde olan insanların morbiditesi aslında daha azmış, kilolu kadınlar kemik erimesini daha iyi tolere ediyomuş falan diye de karşılık vermek istemiyorum artık çünkü bilim-sağlık bir araştırma alanı olarak pek hoş da çıkış noktası olarak çok başarısız. hoşluğu değişime açık olmasından, dayanak olarak başarısızlığı da değişkenliğine rağmen doğruluk ve haklılık iddiasından geliyor.

çıkış noktası olarak daha başarılı olansa, daha önceki göbeği serbest mi bırakçaz napçaz yazısında müge'nin önerdiği birbirimize yeni aynalar yaratma çabası olabilir... kurumlardan onay alma ihtiyacı olmayan, kurumları -medya, fabrika, okul, tıp- yeniden üretip durduğumuz ilişkilerden ziyade bunu görmekten gocunmadığımız, farklı hallerimizi beraber deneyebildiğimiz müstakil ilişkiler, ağlar, ki bütün bunlardan söz edebiliyoruz çünkü aslında onlar da varlar...



*bordo, susan. unbearable weight: feminism, western culture and the body. berkeley, california: university of california press, 1993.

18 Şubat 2013 Pazartesi

kitaplar, bloglar ve yeniden kız kardeşlik





kitaplar… hep benimleydiler; hamilelikte de elbet beni yalnız bırakmadılar. tek çocuk olan benin bebekler konusundaki bilgisini artırmak için son derece yararlıydılar. bebek nasıl beslenir, nasıl uyur, nasıl oynar vesaire vesaire. lakin okudukça sadece bebekleri değil, anneliği de anlatmaya başladılar. ya da şöyle diyeyim; farklı annelik modelleri sundular. beni tanımıyorlardı, bebeğimi hiç görmediler; ama kendilerinden çok emindiler. öneriler çoktu, doğuma henüz vardı. üstelik kitaplara internet de eşlik ediyordu. bebeğim doğdu andan itibaren neler yapacağıma karar vermiştim. doğdu; çoğunu yapamadım. mesela sütüm yetmedi, mesela bebeğim sallanmadan uyumadı. mesela emzik verdim. kafamda ister istemez oluşan programlara, kavramlara, -hadi dürüst olalım- kalıplara uymayan gelişmeler yanlış yapıyorum düğmemi açtı; çünkü sadece yazılanlar doğru olmalıydı. açılan düğme beni yemeye başladı. üstelik istediğim belli tip bir “profesyonel” anne olmak bile değildi. ama şu yakamıza yapışan suçluluk duygusu yok mu, yanlış yapma korkusu? durup, sakinleşmeye çalıştım. sakinledim mi, emin değilim. hâlâ okuyor muyum? evet. faydasını gördüm mü? elbette. en çok onlardan mı öğrendim? hayır. en çok bebeğimden öğrendim; sonra da diğer annelerden. arkadaşlarım kadar, okuduğum bloglar da sırtımı dayadığım yastıklar oluyor bana. hani “anne olunca anladım” klişeleri var ya; işte ben de anne olunca deneyim paylaşmanın ne demek olduğunu anladım. oğlum oldu, kız kardeşlerim arttı; bazılarının gerçek adını bile bilmiyorum üstelik :)

10 Ocak 2013 Perşembe

çare bensiz

bugünlerde kardeşlik ve çatışmayı düşünüyorum. anneyi paylaşmanın ne zor olduğunu, paylaşanların güzelliğini, çatışsalar da kardaşların aynı karından çok aynı aşkı paylaştıkları için -ya da bu bir ve aynı şey olduğu için benzediklerini... ben ve kardeşimin durumunda mesela bu aşk çok umutsuz ve buna rağmen belki de bu yüzden paylaşması çok zor. başka türlü de oluyordur belki, ne bileyim kendini adayan anneler ve çocuklar bağlamında paylaştıkça artan tatlar. ama bu durumların da kişinin sadece kendisine değil başkalarına da ihanetleri anlamına da geldiği de oluyor. kısacası anneyle ilişkiler ve çocuklarla, gerçekten bize çok umusuz görünen erişkinlerin-birbirleriyle-girdikleri-cinsellik-göndermeli-ilişkilerden (kısaca kadın erkek ilişkileri ama kestirmeden gidelim derken herşeyi kesmeyelim) daha umutsuz aşklar olabiliyor. bunlar benim için en çok orhan gencebay'ın dertler benim olsununu dinlerken netleşiyor.


Orhan Gencebay - Dertler Benim Olsun ile  

 bir zamanlar benim sevgilimdin, yanımdayken bile hasretimdin. şimdi başka bir aşk buldun, mutluluk senin olsun. dertler benim çile benim, hayat senin, senin olsun.... bu adayış bildiğimiz bir aşk ilişkisinde bizi şaşırtırken en mesafeli anne çocuk ilişkileri ve kardeşler söz konusu olduğunda bile -hatta bazen en çok da orada- şaşırtmıyor. ben bu hissi oldukça net hatırlıyorum. bebek kardeşim soğuk bir kışta annemin kucağında, yeni başladığım, kendimi atılıp fırlatılmış hissettiğim okuldan dönmüşüm. ben onlara bakıyorum onlar bana. annemin büyük bir ihtimalle bebek kardeşimi de yakında böyle kucaklamayacağını da az çok tahmin ediyorum çünkü çok rekabetçi ve yoğun bir işyerinde dezavantajlı koşullarda çalışıyor vs. onlara imrenerek ama razı olarak bakıyorum. çok çaresiz görünüyorlar onlar da. benim kadar çaresiz belki. ben o kabullenişte çare buluyorum bir nevi, çare olmasa da manevi-güç belki. şimdi bunun daha az acı vermeyeneni ama belki de daha ferahlatıcısını annelerin çocuklarla hissettiğini anlıyorum. çocuklarının bağımsızlaşmasından razı ve mutlu olarak ama özleyerek çekilen güçlü anneleri düşünürken bu şarkı anlam değiştiriyor, derinleşiyor bir yerde... anneler çocuklarına söylediğinde de, çocuklar annelerini herşeye rağmen herşeyden çok sevdiğinde de çok güzel şarkı bu.... bunu hisseden olmuştur, keşke yazsa, konuşsak onlarla da. bir yerde iyi bir terapistin ruh hali de var burda... yani bir kadın erkek ilişkisinden çok başka şeyler de var bu parçada. örneğin orhan babanın bize toplumsal terapi yapması! annelik etmesi bir nevi. kadın erkek bir çoğumuza... bunun gittiği yeri, milliyetçiliğin biçimlediği günü, siyasetin cinsiyetini başka bi başlıkla yazmayı umuyorum. bu  klipte/filmde tarif edilen hisler işte mesela milliyetçi çatışmaya da yabancı değil. ama kadın-erkek ilişkisine yabancı... ama dedim ya, o yabancılaşma hatırlatıyor bize çatışmaya dair diğer duygularımızı... necla nazır'la orhan gencebay da aslında baş aktörleri oldukları bir kan davasının ve bu davaya mütekabil sol-sağ/kardeş kavgasının tam göbeğinde karşılaşıyorlar... (görüntüler bıktım her gün ölmekten'den, aslında yaşamak bu değil'in söylendiği sahne. parça ise ben doğarken ölmüşüm'de mapus damında erkek dünyasında geçiyor. bu sahneler gerçekten daha çok yakışmış parçaya. ama ben doğarken ölmüşüm'de de kardeşi yerine hapis yatarken sevdiği kız da başkasıyla evlendiği için mutluluk bizim olsun'u mutluluk senin olsuna dönüştürmesi de yine kardeşlerarası gerginlik meselesi). okuldan eve geldiğim o gün, 1979'da, ve o gün bu gündür hiç ara vermeden olduğu gibi...

23 Kasım 2012 Cuma

mazi kalbimde yaradır




bir kız çocuk erkeklere yönelse bile hala annesinin destek ve ilgisini özler. kızlıktan kadınlığa geçtiklerinde, kadınlar, anaç bakımın bu yönlerinin kaybını içlerinde taşırlar. bu bakımın yerine hiç bir şey geçemeyecektir. kadınlar erkeklere annelik yaparak bakarlar ama kendileri bundan mahrum edilmiş olur. bu bakım gereksinimleri yitirişle eksilmez." luise eichenbaum&susie orbach
bir gece vakti dank diye anlamak. kızları henüz uyutmuş, üstlerini örtmüşken. odalarının sıcak ışığından karanlık koridora çıkar çıkmaz anlamak. koridorun cehennem kayıkçısının yeraltı nehrine dönüşmesi. nereye gidiyorum? nerdeyim? hayatım neresi? evim neresi? aşk nerede? üstünü annelikle örttüğüm kadın nerede? jülyen doğranmış dolmalık biberlerin arasına mı saklandı; kızlarımın mis kokulu saçlarının arasına mı?
aşk yok, yok, yok. gözyaşlarım onun için akıyor bu kez. bu yaşlar yanaklarımı yakıyor.
hani genç bir kadın vardı: şiirler okuyup şarkılar söyleyen, çiçekler toplayıp yastıkları süsleyen. kaygısız, derin uykularından uzun saçlarını savurarak uyanan. yanıbaşındaki sevgilinin kollarına hasretin ateşiyle atılan. dudakları öpülmekten yorulan o kadın nerde? tavuk çorbasının şehriyeleri arasına mı karıştı; kızların çoraplarının arasına mı?
aşk yok artık hayatımda. hafızası silinmiş gibi yaşayadururken, neden bu koridorda karşıma çıktın kharon? altın bir sikkem yok sana verecek. bu kıyıda bırak beni. bu kıyıda arayacağım aşkımı, kendimi. bakacağım bu akışkan aşk çamaşır makinesinin yumuşatıcı gözüne mi kaçtı?

d.

14 Kasım 2012 Çarşamba

feminist fiona?


şrek'in fiona'sının feministleşip feministleşmediği meselesi internetin tartışma konuların biri haline gelmiş. başka bir gerçeklikte şrek'in kurtarmaya yetişemediği fiona kendi kendini kurtarmış, yeşil-dev özgürlük hareketinin başına geçmiş meğer. ama sonunda şrek onun kalbini yine kazanıyor ve o da çocuklarının anası şrek'inin karısı olduğu gerçekliğe geri dönüyor. bunun feminist olup olmadığı tartışılır. ama ben fiona'nın en başından beri feministlerin uğraştığı şeylerle uğraştığını ve bunu da iddia edildiği gibi yüzeysel yapmadığını düşünüyorum.

fiona'nın dev ve prenses gerilimi başlıbaşına bir dr. jekyll ve mr. hyde efendime söyleyim bir kurt kadın hikayesi. onlardan farklı olarak psikanalizin aydınlattığı karanlık tarafımızın beklenmedik tatlılıklarını barındıran bir karakter ama fiona. kadınlığa geçiş hikayeleri erkekliğe geçiş hikayelerinden daha tehlikesiz olduğundan değil. "çirkin" bulduğumuz, kimseye göstermemeye çalıştığımız tarafımızın insan (dev!) tarafımız olduğunu ve seven sevilen tarafımızın da o olduğunu aşikar eden bir karakter olduğu için. dev fiona prenses fiona'dan daha komik, daha sevecen, daha savaşçı ve açıkçası o ukala, soğuk, sıska kızdan daha GÜZEL!

fiona'nın savaşçı karakterinin çocuk bakımıyla mücadelesinde ortaya çıkması da rastlantı değil bence. çocukların doğumuyla artık seyircinin prenses fiona görünümlü dev fiona karakterli bir kişilik olmasından -iyi ki- umudu kestiği fiona önce dev fiona görünümlü prenses fiona olarak karşımıza çıkar. kuzu kuzu evin ve çocukların bütün işini yapmakta, şrek'in homurtularıyla başetmektedir. -alo fiona, burada işe yaramayacaktıysa karanlık tarafının ortaya çıkmasından ne anladık? deriz. ama fiona şrek'i boşayıp kraliyet ailesinin atıl duran imkanlarını çocuk bakımı için seferber etmeden şrek fiona'nın karanlık tarafının gücünü kendi kendisine fark eder. hem de kendi karanlık tarafını ehlileşme süreçlerinden kurtarmaya çalışırken. işte şrek'in o fiona'yla hiç tanışmamış olduğu gerçeklikte şrek kurtarmaya yetişemediği için kendi kendini kurtarabilmiş ve özgürlük hareketinin başına geçmiş olan fiona güzel/bütün bir karakter olarak orada ortaya çıkar. gariptir, bu mücadele zemini ve zamanı eşsizlik ve çocuksuzluktan gelmektedir ama ancak eş ve çocukların yüküyle boğuşulan diğer gerçeklik gerçek olduğunda ortaya çıkabilmiştir. yani iki gerçeklik birbiriyle zaten bağlantısız değildir. o yüzden fiona'nın "dönmesi" de bir yenilgi, savaşçılığının sona ermesi vs. değil, o yükü canını dişine takmış çekerken ne büyük bir savaş verdiğinin ancak iki gerçeklikle birden anlatılabileceğinin bir hikayesidir. iki gerçeklikle birden, çünkü sevgi ve özgürlük ancak birbirlerinden doğmalarına rağmen birarada yaşanamıyorlar. zaten o yüzden birbirlerini doğurup duruyorlar. şrek'in erkeklik: imkansız iktidar versiyonu da bu ikilemden çıkıyor. ama fiona gücü istememe gücü ile iki dünyayı biraraya getiriyor...

                                                                                                                                            elif

8 Kasım 2012 Perşembe

göbeği içe çekmek vs nefesi serbest bırakmak

iki sezaryenden sonra göbeğimi zaptetmekte zorlanıyorum. değişen bedenim ve şehirde bir oraya bir buraya gidip, sık sık yürüyüş yapamayışım duruşumu da zorladı. o yüzden kendimi kamusal ortamlarda daha tedirgin buluyorum. bir yandan da fark ediyorum ki göbeğimi serbest bıraktığım ve/ama diri durduğum ortamlarda kendimi daha bütün hissediyorum. kendimle bütün, yaşamla bütün. üstelik bunun tersi de doğru. yani normalde kendimi bütün hissedeceğim ortamlarda göbeğimi çektiğim anda o bağlantı da kopuyor sanki. halbuki serbest ama diri bir duruşla insan zihnini ıvır zıvırdan boşaltıp gerçek olana odaklanabiliyor.

migrenin omuzlarımdaki gerilimle ilişkisini fark edeli bir süre oluyor. ama ne kadar gevşersem gevşeyim bu gerilim geri geliyor. birdenbire dank etti. omzumdaki gerilimin göbeğimle ilişkisi. göbeği içe çektikçe omuzlar da kamburlaşıyor ve geriliyor. göbeği içe çekmenin daha iyi bir duruş sağladığını söyleyenler yanılıyor. o güzel dik duruşu vücudu diri tutarken göbeği serbest bırakmak sağlıyor (aşağıda defne suman'dan tarifi var). serbest bırakmak ve ciğerlerinin sadece tepesi değil alt kısmıyla da nefes almak.

 annemin bana daha çocukken göbeğini içine çekmenin ne iyi olacağını söylediği anı dün olmuş gibi hatırlıyorum. ne zor diye düşünmüştüm, o da... annem yalnız değil, bu fikre tek başına da varmış değil. internette de bi dolu bunun karın kaslarını güçlendireceği öğüdü var. aslında karnı içe çekmek ve serbest bırakmaktan oluşan bir egzersiz gerçekten kas yapabilir ama her zaman sıkılı tutmak sadece bedensel gerginliğe ve ciğerlerin üstünden nefes almaya teşvik ettiği için stresli hissetmeye de yol açıyor ilginçtir.

konuyla ilgili güzel yazılar da var ingilizce olaraktan. güzel bir tanesi şurada bir başkası da bu.

zeyl:
sonuçta herşey nefeste başlıyo nefeste bitiyo, mütemadiyen göbeğini içine çekmiş ünlüler ve mankenlerin fotoğraflarına bakarak nefesten vaz mı geçicez?


uzman görüşü:
limonlu turtanın yorumu üstüne yogadaki durumu anlatması için defne suman'a ve tıbbın tecrübeli ve aklıbaşında bir yorumu için fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı müge yetener'e başvurdum. ikisi de sağolsunlar hemen cevap verdiler.

defne suman dedi ki:

"çok iyi bir konu bu. iyi ki gündeme getirmişsin. benim tecrübe ve eğitimlerime dayanarak söyleyebileğim şey şu:
yoga hareketleri sırasında karnı içeride tutmak, evet önemli ve yoganın başlıca unsurlarından biri. ancak bunu yaparken karın kaslarını değil, çok daha derindeki bir mekanizmayı kullanıyoruz. o mekanizma da perineum, pelvik tabanın nefes alirken yukarı doğru çekilmesiyle hareket geçiyor. bu hareketi yapınca göbek deliğinin arkası omurgaya doğru çekiliyor ve yoga nefesi sırasında karın-omurga yakınlığını korumak pozların doğru yerden kuvvet alması açısından çok önemli. banda diyoruz bu duruma. merkez ve omurga arasında bağ kurmak için bandaları yapıyoruz. ancak bu söylediğim bağ kasları kasarak, sıkarak değil, nefesi doğru yönlendirerek yapılan bir şey. bu sebeple başlangıç aşamasındaki öğrencilere bu teknikten bahsetmiyoruz. hatta onlara daha karnı serbest bırakmalarını söylüyoruz ki, karına inen nefes enerjisini hissedebilirler. yogada kastığın, sıktığın her kas enerji akışını bloke edecektir. o yüzden önce yumuşamak çok önemli.
meditasyon ise tamamen başka bir konu. meditasyon hiç efor harcanmaması işin özü. dolayısıyla karın yumuşak, nefes doğal olmalı. özellikle karnı şişirmek anlamına gelmiyor bu dediğim. bırak nefes nereye gidersen gitsin. meditasyon aşamasına geldiğimizde artık banda kullanmıyoruz.
günlük hayatta ise karnı mümkün olduğunda yumuşak bırakmak gerek. duygular da orada sıkışıyor. bir kez daha tekrarlıyorum ama, karnı yumuşak bırakmak oraya nefes almak, karnı şişirmek anlamına gelmiyor. diyaframın hem üst, hem de alt tarafını kullanabilmek önemli ama kasları sıkmadan.
leslie kaminoff çok iyi bir nefes hocası. cdleri, kitapları var. bu konuda bilgli edinebilirsin.
umarım yardımcı olmuşumdur."
bu mesaj gerçekten çok yardımcı oldu. bu arada kaminoff'un da nefes meselelerine damardan girdiği şöyle güzel bi vidyosu var ismini araştırınca çıkan pek çok şey içinde.

sağolsun müge yetener ise şöyle dedi:

"bu göbek çekme kas kuvvetlendirmek için yapılıyorsa sürekli göbek çekik dolaşmak saçma..zira karın kaslarını kuvvetlendirmek için yapılan, bilinen bir dolu egzersiz var. bunları haftada en az 3 kere yapınca 1 ayda sonuç alınıyor (tecrübe ile sabit).

bunları yapmadan sürekli içe çekik dolaşmak içeri çekilecek göbek bulunduğu ve dahi egzersiz yapılmadığı fikrini uyandırıyor. ha egzersiz yaptın ve hala göbek tahta gibi değilse o zaman yaş ve yağ dağılımı gibi genetiksel ve yaşamsal faktörler var demektir ki ya kendinle barışman, ya da liposakşın yaptırman gerekir :)
"kıçı içeri çekmekten" ben bizim pelvik tilt dediğimiz egzersizi anlıyorum ki onu da sürekli yapmanın bi anlamı yok. bu egzersizin amacı ise, bel çukurluğu eğer fazla ise, karın da dışa çıkık görünür. bel çukurluğunun fazlalığı ya bel kaslarının zayıflığından ya da yapısal olarak bel kavisinin derinliğinden olur. böyle bir durumda ayrıca ayakta durmakla artan bel ağrıları da olabilir. daha önce yazdığım mantıkla, evet bel kaslarını güçlendirelim ama hala bel çukursa yapısal nedenler var demektir ki kıçımızı içeri çekerek dolaşmak bu kez de beden yapımıza ters bir duruşu bedene dayatmamız anlamına gelir ki taşıma suyla nereye kadar.."

ben de ona dedim ki:

"yalnız bişi merak ettim: içine çekmediği halde tahta gibi göbeği olan çok çok zayıf ve anatomisi öyle olan bir azınlık diye düşünüyordum, sen daha iyi bilir daha objektif karar verebilirsin. değil mi yoksa? yani yogadan yay gibi olanların ya da çocukların bile saldıklarında bi göbek çıkıntısı yok mu?"

o da bana dedi ki

" ya elbette...tahta gibi de hoş değil ayrıca...bi parça göbek hoş bi kıvrım değil mi..."

olma mı!

"bence bu belli bir şekilde görünmek zorunda hissetmekle ilgili, ve "beden yapımıza ters bir duruşu bedene dayatmamız" bedenimizin ve ruhumuzun dengesini ciddi sakatlayan bişey"

dedim, o da şu güzel sözlerle bitirdi

"evet katılıyorum çok güzel ifade etmişsin. önemli olan bu dayatmaların dışına çıkabilmek. birbirimize "başka aynalar" oluşturabilmek. kadınları bedenlerine yabancılaştıran bu sektör, "hiç bir zaman yeterince güzel olmadığımız, 20 yaşında bile yeterince genç, pürüzsüz ve mükemmel olamayacağımız ideolojisini ruhumuza sızarak/ sızdırarak işliyor. bi sabah bütün kadınlar kendilerini güzel, tam ve mükemmel bularak uyansalar dünyada ne çok şey değişirdi...neredeyse, belki de her şey :))"

başka aynalar oluşturabilmek niyeti ile...

edit: güzel bi site daha buldum konuyla ilgili: http://loveyourbelly.com/excerpts/index.html
hatta tam da konuyla ilgili olarak: http://loveyourbelly.com/excerpts/six-pack.html kısaca sadece içine çekmek değil, karın kaslarını sıkılaştırmayı abartmak da hayatiyetinizle bağınızı keser diyo.

http://www.nourishing-the-soul.com/2010/11/belly-battle/ burada da yorumlardan birinde bir kadın, hep göbeğim bana ihanet ediyor gibi geliyordu ama galiba ben onunla savaşırken esas ona ihanet ediyormuşum diyor...
                                                                                                                                            elif

21 Eylül 2012 Cuma

sofrada bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi

geçen gün güzel bir mekanda çok sevdiğim arkadaşlarımla yemek yedik. özellikle bir tanesini uzun zamandır görmüyordum, görmek çok hoşuma gitti. bonus olarak yanında kendi gibi pozitif takılan dokuz aylık oğlu vardı. meğer arkadaşımın annesi ona evde ekmek yapıyormuş. ama bu yüzden ona dışarda pişmiş ekmek ve diğer pek çok şeyi vermiyorlarmış. oğlan pek engellere takılan biri değildi o yüzden arada atak yapıp sonra vaz geçti ama sonuçta sanırım koca sofradan bişey tadamadan kalktı. gerçekten de bu çimenler üstüne kurulmuş, güzel bir ağacın altında bir sonbahar günü hem güneşin hem gölgenin tadını çıkarabildiğimiz ortam pek güzeldi ama yemekler o kadar süper değildi. ama bu sofrada yemek yememek de zevkli değildi.

bu arada sofrada konuştuğumuz konular da bu minvaldeydi. yani ayaş domatesinden salça yapmanın ne süper olduğu, hamilelik sonrası kilo vermenin ne kadar zor olduğu falan. aslında yemek alternatiflerinden en önemlisinin fix menü olması işimizi kolaylaştırıyordu ama bu yemekte de mesela herşeye et koyarak bize kıyak yapmaya karar vermişlerdi. neyse ki güzel ve doyurucu bir ton balıklı salata alternatifi vardı.

o gün üstüne uzun zamandır sofra konusunda bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi konusunda düşündüğüm şeyler netleşmeye başladı, ben de yazayım dedim. kuzenim, anam babam kardeşimle de en çok bu şekilde dışarda yemek yerken görüşebiliyoruz. onlar bundan hoşlanıyor gibi ama benim genelde içim sıkılıyor. gittiğimiz yerleri sevmiyorum bazen, ben bi yer önerdiğimde de onlar pek sevmiyorlar galiba, zaten dışarda yemek yemeyi pek sevmediğimden bildiğim pek yer de yok. evdeki yemeklerden ve seçme şansı bulunmamasından da pek memnun kalmıyor gibiler. ben de aslında pekala da güzel bir tecrübe olabilecek dışarıda yeme işine katlanabilirim elbette. katlanamadığım şey de aslında sadece dışarda yemek yediğimizde değil her beraber yemek yediğimizde de olan bişey: en yeni yemek yeme kısıtlamalarının birbirine öğütlenmesi serisi. ya da işte özellikle aralarına kimi zaman benim de dahil olduğum kadınların hiç neşeli olmayan yeme rejimleri olması ve herkesin yeme rejiminin öyle olması gerektiğini düşünmeleri.
Politiki kouzina

sanırım bu çeşit kısıtlayıcı yemek yeme bilgilerine ilişkin sıkıntımın dışarda yemek yerken iyice ortaya çıkması lokantaların görece belli yemeklerden müteşekkil bir menü sunmaları ve yediklerimizin endüstriyel niteliğinin lokantalarda daha görünür olması. yemek yerken aslında rafine şekerlerden doymuş yağlardan değil gafil olmaktan, ne yediğimizi bilmeden yemekten, yediğimiz yemeği ve dolayısıyla da bedenimizi onore etmemekten kaçmak gerekiyor. bir yandan çok güzel her bir yemek herşeye rağmen. öte yandan onore etmeye (bakınız aşağıdaki vidyo) yediğimiz şeyin ta kendisinden başlıyoruz ama onun sofraya gelişini düşünmeden olur mu?  sömürülen ve tek besine mahkum edilen topraklar, burçak tarlasında zor gelinlikler yaşayanlar, bu besinleri kötü şartlarda işleyen işçiler, onları servis eden mutsuz garsonlar. evdeki mutsuz anne de bu hikayenin parçası. ama evde ben varsam, (görece) düzgün malzemeleri düzgün yerlerden aldıysam, mutsuz değilsem?

bir yandan da bu toptanlıkla beraber yürüyen isviçreli bilim adamlarının son keşifleri de bu genellikle etten ve yanındaki bir takım şeylerden oluşan, seçmeli gibi görünüp aslında fiks olan lokanta menüsü gibi hiç kişiye özel değil. bilakis. geleneksel bilginin coğrafi değişkenliğine karşı bilimsel bilgi evrensel olduğunu iddia ediyor ama bilimsel bilgi de zaman içinde geleneksel bilgiye oranla çok çok hızlı değişiyor. üstelik geleneksel bilgi en azından belli coğrafyaların insanlarına göre şekillenmişken bilimsel bilgi değişken olduğu gibi soyut da. sanki bizlerle, bedenlerimizle doğrudan bir alakası yokmuş gibi koyuyor kurallarını. ya da olması fark etmezmiş gibi. bedenlerimiz bilimin çiftliğiymiş ve istesek de istemesek de uymak zorundaymışız gibi. ve değişkenliği olduğu gibi bir zayıflık olan soyutluğunu da bir güç olarak sunuyor. işte kafamda netleşen bu oldu.

yani geleneksel bilgiyi tembihlemek adeta bir annelik göreviyken bilimsel bilginin pek öyle öğütlenebilir bir tarafı yok. ancak yanlışlanabilecek ama şimdilik ortaya konmuş son süper keşif olarak sunulabilir. bakın şöyle bi yemek yaptım son bilimsel bilgiler ışığında diyene de rastlamadım. o yüzden bu son keşifler gündelik hayatımıza daha çok kısıtlamalar olarak yansıyor. yani garip bir şekilde bilimsel bilgi paralelinde gelişen endüstri -hem yemek hem bilgi endüstrileri- bir yandan kendi geleneksel bilgi ve yemek yeme tarzlarından kopuşu ifade ederken, bir yandan da geleneksel bilginin olduğu kadar kendi yarattığı kirliliğin eleştirisini de içeriyor. bu durumda yeni bilgi vaazları ister istemez kısıtlama vaazlarına dünüşüyor. baştan beri söylemek istediğim ama derdimi anlatmadan söylemeyim dediğim şeyi şimdi söyleyeyim: elbette "geleneksel bilgi" artık iyice içi boşalmış ne idüğü belirsizleştirilmiş bir kümeye işaret ediyor. o da son yüzyıllara damga vuran bilimsel bilginin yeniden yeniden bozup yeniden yeniden yarattığı bir mefhum olarak düşünülmekten başka düşünceler evrenimizde yer almıyor bir yerde. yani bilimsel bilgi geleneksel olduğunu söyleyip önce bir kenara ittiği yerel yemek bilgisini sonradan yavaş yavaş içerirken, bu sürece dair bilgilendirmeyi yine kendi dilinde yapıyor. yani tam buğday ekmeğini yemenin önemini öğütlerken de kısıtlayıcı mesela...

fakat şu da var, bu kısıtlama söyleminin egemen olmadığı anlarda da, eğer yemek üzerinden müthis bilim sohbetlerine girilmeyecekse -bizimkiler pek meraklıdır bu sohbete ama ben yemek çerçevesinde tanık olmadım, ccc zafer yenal reyiz dışında. eğer kısıtlama söylemleri de kısıtlanırsa, bu sefer de bir sessizlik hakim oluyor ortama. ne desek boş halleri. bu sessizliğinin modern bilginin aktarılışındaki rolüne şurada işaret etmiştik funda cantek'le. e ama yemek de en güzel bir sohbet muhabbet ortamı değil miydi ya? o bakımdan:



not: bu arada blogda ifade ettiğim ve sağolunuz faideli geri dönüşler aldığım mama sandalyesi ve sofra krizim beni aile sofrasını sevmeye evriltti aslına bakarsanız. içine masa sığan bir mutfak, giderek yemek yapmaktan zevk alan bir adam ve masaya kuşlu peçeteler dizen kişinin ben olduğuna inanamıyorum!

ek: özetle bilimsel bilginin artık öteleyerek boş bir kümeye dönüştürdüğü geleneksel bilginin de yerini alarak  tahakkümünü perçinlemesi ve bunun da sofraya yansıması probleminden bir kaçış temrini olarak menüye bakıp içinden ilk geçeni söylemek şimdilik işliyor. hem sofrada konuşacak neşeli bir şey de çıkıyor!

                                                                                                                                            elif

7 Eylül 2012 Cuma

kolej kültürü ve taciz

defne suman blogunda insanlık ayıbı diye bir yazı yazmış. iyi bir okulda, 13-14 yaş civarında bir kızın her gün sınıfın oğlanlarınca nasıl toplu tacize uğradığını ve sınıfçak bunu görmezden nasıl gelebildiklerini anlatıyor. çok da iyi ediyor. hep alt sınıflarla, istenmeyen milliyetlerle ilişkilendirilen tacizi içerden kolej kültürünün parçası olarak anlatıyor. okurken benim kafama takılan iki şey oldu:

birincisi, yazıda kendini bile suçlu buluyor, o kızdan özür diliyor,kendisini asla hoş görmüyor, ama bunu yapan oğlanları bir şekilde hoş görmeye devam ediyor. onları güzelliyor bir şekilde. sanki sandviç taktiği kullanıyormuş gibi geldi, yaptıkları korkunç şeyi onlara dair iyi hislerinin içine yerleştirerek, o oğlanların da bu yazıyı okuyup üzülmelerinin tek yolu buymuş gibi mesela. bunu yapan oğlanları düşmanlaştırıp herşey onlardan kaynaklanıyormuş gibi yapmasını da beklemiyorum elbette. ama yine de, dönüp dolaşıp "suç"u kendi bile olsa başka bir kadının üstüne attı gibi hissettim. ve medeti de kendisi ve diğer kızlardan değil daha çok oğlanlardan, adamlardan umdu gibi. bir de o ortamda o sonunda şikayet eden kızları ve onları dinleyen ailelerini merak ettim. sonuçta bu aptal döngüden onları sınıfçak bu ilişki biçimi kurtarıyor, o neydi acaba? "şikayet" pek muteber bir terim değil. bu ilişkiyi onore etmiyor. defne hanımın tacizi yapan oğlanlar da dahil çok sevdiği arkadaşları grubuna dahil değil sanırım bu kızlar. tacize uğrayan kızın olmadığı gibi. olaya yol açan şeyde de böyle bir dahil olup olmama meselesi var sanki. ikinci derdimi anlatırken açmaya çalışacağım.

ikinci derdim de şu, yazıya "anlatacağım hikaye istanbul’un iyi, çok iyi okullarından birinde geçiyor. okul nişantaş’ın göbeğinde, eğitimli, kültürlü, ilerici, modern ailelerin çocuklarını göndermeyi seçtikleri, disiplini ve zorluğuyla ünlü bir okul." diye başlıyor. bütün olanlar buna rağmen oluyormuş gibi. halbuki ben okurken bu iki cümlenin o taciz ortamını yaratan atmosfer konusunda çok belirleyici olduğunu düşündüm. şöyle bir şey demeyeceğim tabi: sizi gidi yoz modernler, toplumsal değerlerden uzaklaştınız bakın başınıza neler geldi vs... toplumsal değerlerin hayali niteliği bir yana, bunların bağlı olduğunun iddia edildiği en dindar ortamlarda da tacizden uzak bir ortam yaratılamadığını biliyoruz. modernliğin modern eleştirisi, diyelim cinsel devrim söylemleri için de aynı şey geçerli. mutlaka cinsel devrimi kendilerine verilmiş bir tecavüz ehliyeti olarak gören birileri çıkıyor. iki, hatta üç ortamda da bu çeşit -en hafif haliyle- tacizler en popüler, bu konuda -dinse din ilericilikse ilericilik- en iyi görünen kimselerce -erkeklerce- yapılıyor üstelik. bu yazıda da öyle birşey var. birinci derdimle yakından alakalı olarak, tacize uğrayan kızın gözünden bir "sizden biri" durumu. yani taciz en kültürlü en ilerici en modern çocuklar ya da onlar gibi olmak isteyen diğerleri tarafından onlar gibi olmak için yapılıyor --defne hanımın birincisinin devamı niteliğindeki ikinci yazısının sonunda yorum yazan özgür bunu mükemmelen anlatmış, kendini ağır şekilde taciz eden grubun elebaşısının aslında kendi kurbanlığını bu kızı kurbanlaştırarak aşışını yıllar sonra anlamış. ve örgülü saçları beyaz çoraplarıyla ve en çok da sessizliğiyle belki de o kadar da kültürlü o kadar da ilerici o kadar da modern olmayan bir kıza -ya da başka özellikleriyle yine bu ideale uymayan başka bir kıza ya da oğlana- yapılıyor. klasik kızın aranması yaftasının yanında bir de bu var sanki. kolej konusunda sayılan "iyi" özellikleri okurken, bu görüntünün kolej ortamının olmazsa olmazı olan kendinden olmayanı küçümseme, modernlik yarışı ve paranın milliyeti ve cinsiyetinden kaynaklanan iflah olmaz bir muhafazakar nüve gibi özelliklerinin üzerindeki örtü olduğunu da görmeden etmek istemiyorum. bu nüve, öğrencisi olan kızların sessizliğini aslında erişilmek istenen modernliğin bir parçası değilmiş gibi kurgulasa da, o kapıya çıkıyor. defne suman da bence bu yazıda kendini değil o kızı sessiz sanarken kendisinin de sessiz olduğunu fark etmesiyle yüzleşiyor... (yine kızların sessizliğine bağladım, aferim bana)

                                                                                                                                            elif

27 Nisan 2012 Cuma

herkes-kendi-dogrusunu-biliyor-buluyor

kısa zamanda temel başvuru kaynağı haline gelen ve hamilelik ve çocuk yetiştirme konusunda benzerlerinin aksine çok çeşitli seslere kulak veren uzunçorap bize de kulak verdi: 

"herkes-kendi-dogrusunu-biliyor-buluyor"

Logo

30 Mart 2012 Cuma

portakallar bitmeden: enzimim çalıştı! (ya da ev yapımı bulaşık/çamaşır/yer silme deterjanı)

iki derdim vardı: 1. sebze meyve +çay atıklarını ve kağıdı kompostluyorum ama narenciye kabukları çok uzun zamanda toprağa dönüşüyor o yüzden katamıyorum diğerlerinin arasına. fakat çöpe atmak da istemiyorum. portakal şekerlemesi yap yap nereye kadar? 2. deterjanlardan ve onların azıcık daha zararsız olanlarından nefret ediyorum. çocuklu ortamda daha da fazla. ben de iki tarif buldum. birincisi elma sirkesinde narenciye kabuğunu üç hafta bekletince çok etkili bir temizleyici oluyormuş. bulaşık makinesinin parlatıcı gözüne sirke koyuyodum artık bunu koyuyorum. ama pek güzel kokmuyor o yüzden çamaşır ve yer silmeye kullanamadım. ikincisi üç ay beklemeyi gerektiriyordu. 300 gram limon / portakal ya da elma kabuğu + 1 litre su + 100 gram kahverengi şeker, bal ya da pekmez ya da sirke anası (ben önce beyaz şeker koydum, daha sonra sirke anasıyla yapınca gerçekten daha farklı, iyi bir sonuç elde ettim. zaten şeker de koysanız ancak içinde yeni ana oluştuğunda o enzim olmuş oluyor) bir pet/cam şişede karıştırılıyor, kapağı tam kapatılmıyor ve arada çalkalanıyor (hatta kapatmak değil gevşek bırakmak bile iyi fikir değil, en iyisi bir bez ya da peçeteyi lastikle ağzına kapatmak). üç ay sonra ev yapımı bulaşık/çamaşır/yer/fayans silme deterjanınız hazır! sıkı bir süzgeçle süzüp kullanınız. kabuklar da doğrudan fertilizatör olarak kullanılabiliyormuş.

başlarda pek -hiç- güzel kokmuyordu. çürük portakal. şimdi güzel de kokuyor bence. kullanırken suyla seyreltmek gerekiyor. tarifi şurada.

aylar sonra: evin her tarafında bunlar var, çamaşırda ve ev silmekte kullanmaya devam ediyorum. yalnız bulaşık makinesinde genelde iyi iş görse de bardakları matlaştırmaması için içinde çamaşır sodası çözülmüş su ile beraber kullanmak daha iyi bir fikir.

başta söylediğim iki derde üçüncü bir dert olarak bulaşık makinesinin suyunu bahçeye verebilmeyi de ekleyebilirim şimdi mesela (2014 senesinde 250 liraya çıkacak basit bir sistemle bu mümkün) ve piyasa deterjanlarındansa bu bahçe için çok daha emin bir yol. bir de şu evde elma sirkesi tarifini buldum. bu tarife bakılırsa benim yapıp durduğum şey bir nevi sirkeymiş! neyse, tabi elma sirkesi olarak da kurdum tabi hemen burda denildiği gibi halis balla. hadi hayırlısı.

bir de tabi resimdeki gibi doldurursanız o tepede kalan portakal elma kabukları küfleniyo. suya gömülü olmalı. bunun için de şişeyi ya ağzına kadar doldurmak ya da üstüne bir ağırlık koymak lazım. sürekli için için fokurdadığı için ağzına kadar doldurunca da taşıyo çünkü. ama sirke anası bir nevi kapak görevi de gördüğü için küflenme de pek olmuyor.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

doktorculuk vs. tıp



kafamda şöyle şeyler var: tıbbın anneler üstündeki otoritesi ve annelik yaklaşımlarını yeniden düşünmek. tıbbın bilgisini anca anne dikkatiyle ve hele de annelerin paslaşmasıyla kullanmak. kadınların bebekleriyle ilgili gözlemlerini sadece şöyle bir dinleyen, bazen onu bile yapmayan doktorlardan olmamak, tıp bilgisini kullanabilmek için kendimizi o doktorların gözünden görmemek. o bilginin o dikkat olmadan bi işe yaramayacağını unutmamak. o bilginin tıp kurumunun olmasını dilediği kadar erişilemez olmadığını bilmek. kadınlararası bilgi ve destek saflarını sıklaştırmak. bizzat bazı doktorların da özellikle bu saflarda yer almak isteyebileceğini fark etmek (didom benim canım benim).

teorik kaynaklarım: yabancılaştırmamak için başta söylemedim, ama aklımda anti-oedipus'ta önerilen ve foucault'nun önsözünde belirginleştirdiği örgütlenme modeli var.

pratik kaynaklarım: gözlemleyere, anlayarak, dikkat ederek kendi annelik bilgisini başka durumlara yayabilen kadınlar. var bunlar. bazen en basit tıp bilgisinden haberdar olmayabilirler. ama birbirimizi tamamlayarak kendimizin, birbirimizin ve bebelerin bakımını yapabiliriz. bunu açmaya devam edeceğim. inşallah.

                                                                                                                                            elif

28 Aralık 2010 Salı

dikiş



konumuzla doğrudan alakası yok tabi ama aşağıdaki bebek taşıyıcılarından tutun örtülere ve kolay ve frikiksiz emzirmeyi sağlayan kıyafetlere kadar daha pek çok şeye lazım doğrudüzgün çalışan bir dikiş makinesi... benim yedi senelik bir singer marsım var ve doğrudüzgün çalışmıyor uzun bir zamandır. bir dahaki sefere singer almayacağım. jenome falan alıcam galiba. tavsiyesi olan?

6 Mayıs 2010 Perşembe

halkalı bebek taşıyıcı



halkalı bebek taşıyıcı, nam-ı diğer ring-sling
bugün iki metreye bir metrelik bir kumaşın ucuna iki yedi santimlik güçlü halka dikip yaptım sonunda. gerçekten yeni doğan taşımak için etkili bir yöntem gibi. yalnız bir türlü emin olamıyorum boynu emin mi diye (bakınız: annelik ve delilik)... şurada muhteşem güvenlik önerileri var. ve mesela şu sitedeki fotoğraflara uygun giyildiğinde sorun yok görünüyor.


resimdeki gibi bişey.
(bu kadın sevdiğim birkaç kadına birden benziyor, ne güzel gülümsüyor)

neyse taşıyıcıya dönelim.
sadece en dekoratifi değil diğer taşıyıcılar arasında yeni doğana en uygun taşıyıcı da bu halkalı olan gördüğüm kadarıyla.

sırada dört metreye 65 santimlik bir penyeyle kendime bebek bağlama denemeleri var. yapılmışı da şurada var. haydi hayırlısı.

geri dönüş: bu ikinci versiyon sar sar bitmiyor ama çok daha güvenli hissettiriyor çünkü halka dikişigibi şeyler yok. dikiş hiç yok ve bağladığın yer de senin kontrolünde ve elinin altında. kat kat sardığın için farklı dayanak noktaları var ve çok farklı pozisyonlarda bebeği ve anneyi rahat ettirebiliyor. çocuk biraz büyüdükçe kısaltılabilir de. çünkü artık kendi kendini tuttuğu için fazla ihtiyaç yok dayanaklara. yalnız o yaşta bir çocuk neden kucağınızda durmak istesin bilmem :)

bu ikinci versiyonun sevdiğim bir tarafı da şu oldu: o dört metrelik kumaşı ortadan kesince diğer yarısını da başka bir arkadaşa hediye etmek mümkün.

1 Nisan 2010 Perşembe

feminist anne başucu eserleri


feminist anne başucu eserleri

mary shelly, frankenstein (yaa yaa)
adrienne rich, of woman born (ankara'da hiçbir kütüphanede bulunmadığına inanamıyorum)
nancy chodorow, the reproduction of mothering
rima d. apple, perfect motherhood
anna davin, imperialism and motherhood
ursula le guin, bilim kurgu ve bayan brown (kadınlar ejderhalarda)
andrea o'reilly, feminist mothering, from motherhood to mothering
aksu bora, türk modernleşmesinde annelik kimliğinin dönüşümünden zaten söz etmiştik...

bi de yine richlerin 78lerinde yazılan bir makale var feminist studies'te (4, No. 2, 1978: 146-165). "a wake for mother: the maternal deathbed in women's fiction" diye judith kegan gardiner imzalı. annenin ölüm döşeğinde anne kız karşılaşmalarına anlatıyo romanlardan. akademik makale okurken ağlıyo böylece insan bi kez de. annenin ölüm döşeğindeki halini, bağımlılığını, izolasyonunu, sessizliğini, bilinç yitimini bir de kadınlık hallerinin parodizasyonu olarak sunmuyo mu!

şu problemli anne-kız dinamiklerinin en iç açıcı analizlerinden yani!
şunu da ekleyeyim:
aşk-ı memnu'da bihter ve firdevs hanım çekişmesi bile ilaç gibi geliyo bana en başından beri. anne-kız ilişkisi sanki çok ideal bir evrenmiş gibi, kızlar annelere isteyerek benzeyiverirmiş, anneler kızlarını seviverirmiş gibi bir hayal zorlaması sadece birkaç arkadaşımla zor kelimelerle paylaştığım bir sapkın problem algısı değil zira. 1950lerin hayat dergilerinde vardır belki böyle ideal anne-kız modelleri. ama yemeyin bizi işte, birçok hayatta yok. yaygın, acılı, gündelik hayatın sürdürelemezliğini barındıran bir ilişki annelerle kızları arasındaki. öyle olmayan ilişkiler de vardır tabii, ama bu ataerkil hayallemelerin aynen kabulüyle gerçekleşen bişey de değil yani.

21 Ocak 2010 Perşembe

fe dergi'nin annelik sayısı


fe dergi de annelik sayısı yaptı!

Konuların başında etnik çatışma, savaş teknolojileri ve annelik ilişkisi geliyor. Burcu Şentürk ve Esra Gedik bu konu üstüne yoğunlaşıyorlar. Tıp teknolojileri ise makalelerin çoğunun toplandığı ve bu dosyanın amaçladığı konu. Elifhan Köse tıp teknolojileri ve modern kadınlığın icadı ilişkisine teorik bir bakış sağlıyor. Ayça Kurtoğlu ise cinsiyet değiştirmenin değişen anlamını irdeliyor. Ayşe Dayı ABD'de ve Elif Ekin Akşit Türkiye'de teknolojilerin kadınların birbirleriyle ilişkilerini, özsaygılarını nasıl etkilediğini ve daha da önemlisi bunlardan nasıl etkilendiğini inceliyor. Akşit'in yazısı kısırlık tedavileriyle alt orta sınıf kadınların ağır eviçi emeğini de bağlantılandırarak iki dosyayı birbirine bağlıyor. Kadınların emeği dosyamızda alternatif ağların incelendiği bir fotoğraflı yazı (Hakan Topal) ve göçmen kadınların emeği üzerinde duran Çağla Ünlütürk Ulutaş ve Aslıcan Kalfa'nın yazıları var.

Sayı Editörleri: Ayça Kurtoğlu ve Elif Ekin Akşit

yazıların elektronik ve basılı hallerine buradan ulaşılabilir

11 Aralık 2009 Cuma

Amargi Feminist Dergi’nin yeni sayısı


Amargi Feminist Dergi’nin yeni sayısının dosya adı ‘Son Kurtarıcı: Anne!’ imiş!

"Nükhet Sirman, “Cuma, Cumartesi ve Pazar Anneleri” yazısında bir yandan bir temsil olarak Anne’nin anneliği ne kadar zorlu, suçluluk ve yetersizlik duygusuyla yoğrulmuş bir deneyim haline getirdiğini anlatıyor. Zeynep Direk, “tuhaf” bir iktidar konumu olarak anneliği sorguluyor. Handan Çağlayan ve Esra Gedik, “demokratik açılım” momentini odaklarına alarak işte bu biçimleri tartışıyorlar. Handan Çağlayan, bu momentin tarihsel arka planını ve bu “açılım”ın içinde barındırdığı engelleri hatırlatıyor. Esra Gedik de benzer bir çerçeveden yola çıkarak, evlat acısının kamusal bir temsil mi yoksa özel bir acı mı olduğunu söyleyen temsilleri sorguluyor.

Sevi Bayraktar, yazısında “modern anne” ile “geleneksel anne”nin kadınlar tarafından nasıl güçlenme araçlarına dönüştürülebilen temsiller olduğunu gösterirken, Elif Ekin Akşit de benzer bir “içerden” bakışı, tıp teknolojisinin kurtarmaya soyunduğu kadınlarla ilgili olarak geliştiriyor. Burcu Mutlu tıbbi temsillerin sınıfsal ve etnik boyutuna dikkatimizi çekiyor, tıbbileştirmenin kadınların bedenleri üzerindeki iktidarın bir aracı olduğunu söylüyor.

Nilgün Öztunalı ve Özlem Kaya’nın yazıları, bir türlü kurtulamadığımız defteri, “yeterince iyi annelik” defterini yeniden açıyorlar. Arkadaşımız Semra Aslan, Öncel Naldemirci ile yaptığı söyleşide hemşirelik mesleğinin profesyonel bir bakım işi olarak annelikle bağlantılarını kuruyor. Selda Ustabaş, kadınlığın bir kategorisi olarak ele aldığı anneliğin kadınlar üzerinde ne türden baskılar yarattığını hatırlatıyor.

Dilek Şentürk’ün yazısı, “annenizin sizin için anlamını gösteren küçük bir hikaye anlatır mısınız” sorumuza verilmiş uzun bir yanıt gibi. Annelerle kızları arasındakinin nasıl zorlu bir ilişki olduğunu hep biliyoruz ama her bir hikaye, bu zorluğun farklı biçimlerini gösteriyor bize.

Sayfalarımızda Sevgili arkadaşımız Dicle Koğacıoğlu'nun sesini de duyacaksınız. Dicle, geçen Nisan ayında, Feminist Kadın Çevresi Ofisi'nde Nükhet Sirman'la birlikte "Namusu Tartışıyoruz" başlıklı bir söyleşide konuşmuştu. Okuyacağınız konuşmasında, namus meselesinin farklı kurumlarca "gelenek" üzerinden tanımlanarak kendine müdahale alanı açtığını, oysa namus cinayetini her konuştuğumuzda ırkı ve sınıfı düşünmemiz gerektiğini, kadın erkek ilişkiselliğinin aynı anda başka şekillerde, başka yerlerde. başka iktidarları meşrulaştırdığını ve ürettiğini, aynı kurumların kadın erkek ilişkilerini sürekli yeniden kurduğunu anlatmıştı…

1999’da kaybettiğimiz, arkasında hem tutkunun hem sabrın taştığı heyecan verici desenler bırakan Deniz Bilgin’in, Amargi sayfalarında, sözün sınırlarını hatırlatan bu ışıltılı ve korkutucu desenlerini göstermek istedik size. "Resimlerini öyle mükemmel dokudun ki nefes alamadın" diyen Ressam İnci Eviner, arkadaşı Deniz'le, onun desenleriyle konuşuyor. İç hesaplaşmasını ve resimlerini arkadaşının önüne sererek. Diyor ki: "Yalnız değiliz. Keşke bunu anlayabilseydin."


Şirin Tekeli, veda yazısıyla, Amargi okurlarını, geçtiğimiz Ağustos ayında kaybettiğimiz, Kadın Kütüphanesi'nin ve pek çok feminist çalışmanın emektarı Jale Baysal ile buluşturuyor.


Feminist politika tartışmalarına bu sayımızda da devam ettik. Özlem Kara "Adana'da Kadın Olmak" diyerek taşra konumuna itilmiş kocaman bir alanın özgünlüklerini ve burada politika yapma biçimlerini tartışıyor. Nil Mutluer ise, farklı deneyimlere sahip feministlerin ayrımcılık ve feminist olmakla ilgili deneyimlerini gösteriyor. Anne Koedt bir başka tartışma açıyor: Vajinal orgazm mitinin sadece kadınlık durumunu değil, feminist politikayı da nasıl sınırladığını düşündürüyor.

Fikir Takibi'nde, Şebnem Keniş, geçen sayımızdaki dosya konusunu takip ederek Boğaziçi Üniversitesi'nde, cinsel şiddete karşı kurumsal politikalar oluşturulması için yapılan çalışmaları anlatıyor. Şemsa Özar, IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul toplantısı vesilesiyle KEİG tarafından düzenlenen “Kadın – Kriz: Deneyimler, Politika Önerileri” toplantısını özetliyor bizim için.

Pınar Selek, birbirini takip eden iki ayrı deneyimin kapısını açıyor bize. "Dünyayı Değiştirmek İsteyen Feminist" Ellen Dietrich'le birlikte bir zaman tünelinin içine giriyoruz. Almanya'da savaş yılları, altmışların isyan hareketleri, sosyalist mücadele içinde keşfedilen feminizm, tüm acılara rağmen kaybedilmeyen heyecan, barış için dünyanın dört bir yanında yapılan eylemler ve hala heyecanla bakan gözler, durmayan ayaklar, işleyen kollar... Sonra ikibinli yılların Almanya'sındaki feminist günlük gazete "Aviva" çalışanlarından Yvonne de Andras’tan, 68'li yıllardan sonra feminist hareketin yaşadığı değişimleri, bugünkü durumunu ve deneyimlerini dinliyoruz.

Dergimizin kapak tasarımcısı Tennur Baş da bizi dünya alem içinde yepyeni bir tartışmaya sokuyor ve "örgü örmek devrimci bir pratik olabilir" diyor.

Arkadaşımız Esmeray'ın hayatı üzerine olan "Ben ve Nuri Bala" filmiyle 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En iyi ilk belgesel ödülü"nü alan yönetmen Melissa Önel ile Suzan Karaibrahimoğulu, Sema Kaygusuz'la ise, Sema Aslan konuştu.

Görsel söyleşi sayfasında Serpil Odabaşı'nın militarizm ve kadın konulu resimleri var. Çok çarpıcı, acıtıcı... sahici!

Bunları Yaşadık ve Dünya Alem'de, sizin için seçtiğimiz gelişmeleri not ettik. Bu coğrafyadan ve uzak diyarlardan..." imiş.

Yani bizlerin ve sevdiklerimizin de yazıları var.



Amargi Feminist Dergi
Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak No:16 Beyoğlu İstanbul
(0212) 251 01 54 (0212) 251 01 54
amargidergi@yahoo.com