26 Ağustos 2013 Pazartesi

satı


satı'yı kaybettik. satı nasıl kaybolur bilemiyorum. on bir senelik anneliğinin nerdeyse üç buçuk senesini çok ilerlemiş bir kanserle aslanlar gibi mücadele ederek geçirirken daha da güçlendi zira. kaybedenin biz olduğumuz açık.

oradayken orada olmayan annelerden söz ediyorduk. hayattayken ulaşılamayan, hep yapacak işleri olan. belki öyle olmamak için mücadele ediyorduk. biz de sevgi doluyken de serttik, başka nasıl olunur bilmiyorduk. ama sanırım o bir yandan o mücadeleyi verirken bir yandan da bizle çok az kişiyle kurulabilen gerçek bağlar kurmaya zaman bulmayı başardı.

blogdaki tek yazısı en çok okunan yazılardan biri... belki az yazdığı için yazdığı şeyler çok güzeldir.çok yazsa da çok güzel olacağı halde. az yaşadığı için mi herkesten çabuk anladı pek çok şeyi ve bize anlattı? belki de öyledir. sanırım bize bir ömür yeter dokunuşu.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

kumaş parçaları


Fotoğraf

kumaş parçaları çocukken en sevdiğim oyuncaklardan biriydi. bebekler öbürü. kumaş parçaları bebeklerin tamamlayıcı öteki. bedava ama evinde dikiş dikilen evlerin oyuncağı bu anca gerçi. anneni anneanneni içinde gördüğün elbiselerin kumaş halleri. bebeklerini öyle bir sarabilirsin ki anneni ve anneanneni yeniden düşünebilirsin. ve böylece kendini.

sonra köye gitmiştim. babannemden de kumaş istemişim. ona da ulaşabilmeyi dilemişim. köyde ekstra kumaş ne gezer. atmış beni başından tabi. kendi düzenli ziyaretlerinden bir başkasına gelmiş olan yengem eteğini yırtmış bana bir parçasını vermiş. sağol yenge. bu benim hala en sevdiğim oyuncağım, ama bulabilmenin değerini yeni anladım.

21 Nisan 2013 Pazar

aradığım o lezzet

sofrada bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi yazısında biraz girmiştim: endüstriyel ağların dışında bir yeme içme ağı ve kültürü mümkün mü sorusuna... işbölümünü yemek yapan erkeklere bağladığım yazıda da biraz girdim: yerel kültürün "kabalığını" değil sıklıkla bakmadan geçtiğimiz inceliklerini fark etmek ve çoğaltmak işine.

doğal bilinçli beslenme ağı bana böyle bir alan sundu. ne yalan söyleyeyim piyasa ürünlerini övmek için piyasa tarafından beslenen dergiler doğallık ve bilinç işlerini öve öve bitirilemezken  içini  de boşaltılmış olduklarından aradığım şey olduğunu düşünmedim öyle hemen.

aradığım şey de şuydu: dağda bayırda serbest dolaşan yani kendi hayatlarını yaşayan yerli tavuklara, ineklere, onların ürünlerine, yerli buğdaya, domatese bu dolaşma işi bundan hızlı ve çok kar elde etmeyi uman şirketlerin eline geçmeden ulaşıp, karşılığında da kendimizden bişeyler veremez miyiz? bu illa taşınıp gitmeyi, kendi çiftliğini kurmayı gerektirmek zorunda mı? tavuktan buğdaydan söz ediyoruz yahu, gündelik kalıplarımızı kırsak, biraz zamanımız ve bir arka bahçemiz olsa oracıkta olabilecek bir tarafı da var. bu işler kolay olduğundan değil, ama mümkün olduğundan. köylüler ve köyle bağlantısı olanlar bunu gündelik olarak yaptığından ve şehirliler bir yandan buna tepeden bakarken bir yandan organiğe ulaşmak arasında sıkışıp kaldığından...

tabi biraz internet araştırması ve ipek hanımın çiftliği gibi daha popüler olmuş güzel örneklerle buna yakın ihtimallerin varlığı kendini gösteriyor. gerçi çiftliğin sahibi pınar hanım bırakıp gitme akımına bir örnek, ama gönderdiği haftalık e-postalar şiirsel ve neşeli. üstelik aracısız doğal ürün ağı (ADA) gibi dbb üreticilerinin bazılarının da üye olduğu başka ağlar da mevcut.

gerçi ben de biraz temkinliyim galiba bu işlerde. çok püritan bi yere doğru kolayca sürüklenen bir tarafı var. mesela kendi yaptığının en doğrusu olduğundan en ufak bir şüphesi olmayan çevreciler de bana mutlak zıtlarından, yani tozsuz bir evin tek ihtimal olduğunu düşünen ev hanımlarından daha az obsesif görünmüyor. üzgünüm ama doğal beslenme fiksasyonlu anne bloglarında da bunun en süper örneklerini görebiliyoruz. (amarginin mutfak sayısı  ve 26. sayısında da bu tartışma var) sanırım burada anahtar kelime korku: toz canavarları ya da endüstri ürünleri, ölüm... eğer bişeyi yaptıran korkuysa kıllanıyorum. şöyle örnek vereyim: organik pazarda beraber dolaştığım arkadaşım sodasan tezgahının önünden geçerken ben bunu kullanıyorum iyi dedi. ben de aldım elime içindekileri okumaya başladım. bana baya kimyasal gözüktü ama yine de bi deneyecektim ki satan kadın "diğer ürünleeer çok zararlıııı sağlıksııız" falan demeye başladı. ossaat attım elimden deterjanı, bana kendisi de kimyasal olan başka bir deterjanı öbüründen korkutarak satmaya niyetlendiği için. ben yine üşenmeyip enzim yapayım en iyisi.

ama neyse ki dbb ağı, ve özellikle de ankara'nın güzeller güzeli bir köyü olan güdül'ün tahtacıörencik köyünde kurulan tahtacıörencik doğal yaşam kolektifi, hem pazar sabahları organik pazarın yanına hafif korsan olarak kurulan köylü pazarındaki ulaşılabilirliğiyle (köylü pazarı artık müstakil ve perşembe günü ayrancı pazarında), sadece kolektiflerle değil köylülerle de olan bağıyla, ve bizzat tahtacıörencik köylüleri tarafından sahiplenilmesiyle, hem internet dolayısıyla gayet iyi örgütlenmiş olması sebebiyle (tahtacıörencik gibi bağlantısı olmayan üreticilerin internet bağı siz de olabilirsiniz), hem üreticilere eklenmenin kolay ve hem de sertifikayla falan değil karşılıklı güven duygusuyla işlemesiyle "aradığım o lezzet." reklamın gündelik hayattan çaldığı anlamları geri almak iyi.

işbölümü meselesi

bu mesele özellikle çalışan çiftlerin çalışmayan evliliklerinin kökünde gibi. eve giren para denk ama yapılan iş denk değil. üstelik çalışmayan bir kadının yaptığı iş de eve gelen paraya denk değil, özellikle evde bebek varsa... üstelik çalışan insanın çalışmadığı zamanlar oluyor ama çalışmayan kadınların evişi yapmadığı zaman olmuyor. her iki durumda da oturup konuşup çalışan bir işbölümü planı çıkarmak elzem. ama bunun bir yardım planı değil evimizin işini beraber yapma planı olması icabediyor.

kulağa ütopik geliyor. ama mutlak bir eşitlik aranmadığında, nezaket dünyasından çıkılmadığında o kadar da imkansız değil. üstelik arada bir çıkılsa bile :p

bizim çözümümüz bir işbölümü planıyla oldu. yaptığımı düşündüğüm işleri, bunlara kaç saatimin gittiğini, kaçını yapmamayı tercih edeceğimi, hangilerinin eşim tarafından alınmasını istediğimi, hangilerinin benim için daha zor hangilerinin daha kolay olduğunu yazdım. eşime sence bunlar doğru mu, adil mi, ne diyosun diye verdim. o da bu karmaşık tabloyla daha fazla birşey yapmadı. ama daha önce bir türlü bu netlikte iletemediğim mesajı da aldı. belki de böylesi de daha iyi oldu. ama başka örnekler de varsa da duymak isterim :)

bu gözle bakınca, etrafta evişi yapmaktan gocunmayan erkeklerin ne kadar çoğunun zamanla daha çok yemek yapma işini devraldığını ve bunu iyi de yaptığını görüyorum. gerçi bazı ailelerde de aslında gayet güç isteyen mr muscle bir iş olan ve erkeklikle de özdeşleşebilecek temizlik işlerinin devralındığını da gözlemledim. o bana daha mantıklı gelmişti. aşçıbaşı figürünün kadınların kamusallığına yönelik kısıtlılıkla ilgili olduğunu düşünmemden ve tabi bunun da altında yatan babamın yemek yapmakla pek arasının olmamasından sanırım. -gerçi annemin olmadığı bir yaz boyunca, dışarda yemediğimiz zamanlarda fasülye, patlıcan salatası ve salata yemiştik ki tadı hala damağımda. halbuki etrafımızda yemek yapmaktan hoşlanan erkekler, babalar ve oğlan çocukları yok değildi ve güzel de yapıyorlardı bu işi, zevk aldıkları için yaptıklarından mıdır nedir...  üstelik şimdikilerle birleştirince bu yemekler daha çok erkek işi olarak görülen mangal stili yemekler de değil... gerçi mangal geleneği de önemli. kebabın erkeklerin yaptığı bir yemek olduğu ve hergünkü yemeklere dahil olduğu bir kültürde erkekler yemek işine daha dahil. diyelim urfada adamlar öğle yemeğinden akşam yemeği konuşmaya başlıyorlar. yaşasınlar.

kadınların cemaati meselesi ve çocuklar

çocuksuz toplantılar benim feminist anneler grubunda en sevmediğim fikir.
başından beri de var. çocuklarla uğraşmaktan konuşamadığımız için -ki kısmen doğru- çocuksuz toplanma çağrıları. ayaküstü 1-2 buluşma hariç gerçekleştiğini görmedim gerçi. çoğunlukla sayemde. ama şimdi böyle yazdım diye grup dışı kalmaktan hoşlandığım sanılmasın. ama benimki de bir çeşit mücadele galiba.

yani tamam anneler topluluğuyuz diye sadece anne olmak çocukları her yere götürmek zorunda değiliz. ama biz bir de destek ağlarından oldukça mahrum ve çalışan bir anne topluluğuyuz? üstelik çocuklarla beraber dolaşım annelik ve kamusallık işlerinde zurnanın zırt dediği yer:

geçen aynur demirdirek'in kadınlar dünyası dergisinin yüzüncü yılı sebebiyle odtü'de yaptığı konuşmaya 3 yaşındaki oğlumla gittim. fazla dinleyemesem de gerekirse çıkarız dinlediğim de kardır diye düşünüyodum. neyse ki oğlan aynur'un sakinliğinin etkisine girdi yine ve önce sakin sakin dinleyip sonra da uyudu.

konulardan bir tanesi de dergi yazıhanesinin aynı zamanda bir toplantı ve buluşma mekanı olması idi. çıkışta aynur "yalnız bir duyuru vardı, o da on yaşından küçük çocuklarınızı konferansa yanınızda getirmeyin idi" dedi.

isyeaannn

neyse ki aynur oğlanla beraber geldiğimize memnun olmuştu, kimsenin de bir şikayeti yoktu. üstelik kadınlar dünyasının yazıhanesine çocuklarıyla gidiyormuş kadınlar (nezihe'mle gitmiştim diye yazmış biri.) ama umumi konferanslar cemiyeti'nden verilmiş bir duyuruda teali-i nisvan cemiyeti'nin iştirak ve desteğiyle düzenlenen celal nuri bey tarafından verilecek "islamiyette kadın" başlıklı bir konferans duyurulurken "on yaşından daha küçük çocukları beraber getirmemeleri hanımefendilerden suret-i mahsusada rica olunur" denilmiş. (kadınlar dünyası 36. sayı, sağol aynur). demek kadınlar kendi aralarında yine çocuklu toplanabiliyorlarmış ama celal nuri beyin konsantrasyonu bozuluyormuş! aklıma yine ursula le guin'in kadınlar rüyalar ejderhalar'ında çok sevdiğim bayan brown yazısı geliyor, kadın yazarların mutfakta yemek pişirir çocuklar koştururken de yazmaları ama erkeklerin bütün hayhuydan ve angaryalardan uzakta, yalnız ve mağrur yazabilmeleri. bu çeşit bir erkek yazar kamusallığı hala alanı domine etse de bunda özenilecek birşey göremiyorum ben de le guin gibi. kadınlar da  kamusallığı kadınların olmadığı yerden çocukların -ya da mutfağın- olmadığı yere çektiklerinde bence iyi bir pazarlık yapmıyorlar. elitizmle malul halkevlerinin (!!) de büyük sorununun bu olduğunu yazmıştım: hem kadınları çekmek için uğraş hem gelmiyolar diye azarla hem de çocuk getirmeyi yasakla??!!

feminist anneler bir halkevi olmasın!! kendilerini caminin yerine koymaya çalışırken ve kadınların katılımı konusunda camilerden çok daha iddialı takılırken kadınların çoluklarıyla çocuklarıyla gayet de rahat ettikleri kadınlar kısmına sahip camilerin yanına bile yaklaşamamışlardı ne de olsa! özellikle hacıbayram gibi merkezi yerlerdeki camilerin kadınlar kısımları kadınların taciz edilmeden ve para harcamadan çocuklarıyla birlikte mola verebilecekleri, bebelerini emzirebilecekleri yerler. kocaman ve bomboş bir alanda koşturmanın daha büyük çocuklara verdiği zevk de cabası.

gerçi bu sorun sadece feminist anneler gibi zaten kamusal alanda varlık gösteren kadınların sorunu da değil. islamda kadınların cemaati meselesi başlıbaşına bir mesele. kadın imam meselesinde vücut bulan bir mesele mesela: çünkü sorun sadece kadınların erkeklere imam olup olamayacağı değil, kadınların birbirlerine de imam olup olamayacağı sorusu. bu soruya farklı mezhepler farklı yaklaşıyor. birçoğunda kadınlar kadınlara imam olabiliyor ama diğerleriyle aynı hizada duruyor. bence makul. iran'da da yakın zamanda bu yönde genel bir fetva çıktı -daha doğrusu kadınların imamlığının üstündeki yasak kalktı. ama hanefilikte kadınların kadınlara imamlık yapmasına izin yok mesela. kadınlar biraraya bile gelseler eğer bir erkek imama uyamayacaklarsa yalnız namaz kılıyorlar. hatta kadınların arkada, ya da kadınlara ayrılan bir yerde bile cemaate katılsalar cemaate katılmalarının hayırlı olup olmayacağı bile tartışma konusu. camide bütün kadınlar imama uyup birlikte saf tutarlarken neredeyse aynı anda ama biraz daha ötede ve ortak ritmden kopuk olduğunun altını çizerek namaz kılan kadınlara da rastlamışlığım var. bu da kadınların cemaatinden hayır gelmez mealinde bir hadise, bu hadis ise kadınlar cemaat olurlarsa çoluklarını çocuklarını ihmal edebilirler durumuna dayanıyor sanırım. hadisin sahih olduğu söyleniyor ama bağlamını bulamadım (şurada bu tartışmanın bir nevi özeti bulunabilir). bu haliyle islam gibi cemaat temelli bir dinden, tarih içinde farklı zamanlarda daha az eğitimli olmaları sebebiyle imamın yokluğunda namaz kılamayacak olan kadınları ihmal etmemiş olmasını beklerim. zaten hz. muhammed'in bazı eşleri da başka kadınlara namaz kıldırıyor. tüm bu tartışmanın sıcaklığına rağmen kamusal alanla malul olmayan dindar kadınlar daha iyi çözümler bulabiliyor. örneğin kadınlararası islami sohbetlere kadınlar çoluk çocuk gidiyor o çocuklar da bir şekilde çokluk içinde idare ediliyor.

türkiye'de dindarlık kitabında öne çıkan, bu tartışmadan laik olduğu için bağımsızmış gibi görünen, ama aslında aynı yere dönen, gösterişten uzak olmak için yalnız namaz kılan bir laik kadın figürü vardı. orada adeta laikliğin dayattığı bireysellik ve dindarlığın dayattığı cemaatçilik arasında bir çözüm gibi bir yerde ama benim içimi acıttı. laiklik bireyselliği dayatırken de ne kadar gizli bir cemaat yaratıyor, ve bu cemaatin kararları tartışmaya açıkça cemaatçilik yapılan yerlerde olduğundan çok daha kapalı çünkü cemaat aslında yokmuş gibi! camide namaz vakti herkes beraber saf tutarken yalnız kalan kadın gibi laik olduğu için dinini yalnız yaşaması gerektiğini düşünen bir kadın da bu sefer başka bir cemaatten korktuğu için kendini tecrit ediyor. dışlanma korkusuyla yalnız kalmak! bazı laik müslümanların da cemaat bazı içi hanefi kadınların da ortak kaderidir belki... ama dedim ya benim gördüğüm cemaatlere eklemli kadınlar, cemaat bu konularda ne kadar muhafazakar olursa olsun genellikle kendilerince bir cemaat oluşturuyorlar. diğer grup, yani ilk bakışta kendi kendilerine yarattıkları intibası uyandıran bir tecrit yaşadığını gördüğüm kadınların çoğuysa -ki zaman zaman dahil olduğum oldu bu gruba- belli bir kamusal hayat tecrübesi yaşayan ya da yaşamış -emekli vs- kadınlar. dışlanma korkusu çok şiddetsiz görünen ortamlarda da olabiliyor o yüzden  korku diye adlandırmak yerine gösterişten uzaklık diye adlandırmak işlerine de gelmiş olabilir.... bu izolasyonu yaşayanlar daha çok ununu elemiş eleğini asmış, ya da ununu elemeden eleğini asmış, zaten oldukça yalnız yaşayan kadınlar bir de. yani çolukluluk çocukluluk gibi kendilerini yalnızlaştırıyor gibi görünüp aslında en azından mecburiyetten onları farklı farklı cemiyetlere eklemleyen durumlardan da bir nevi yoksunlar. üstelik kamusallığın kendine özgü bir elitizmiyle de malul olmadıklarından emin değilim. yani kimseyi kendileri gibi görmedikleri için kimseye karışamıyor gibi de olabilir bir grup. "gösterişten uzaklık" iddiasında böyle bir eleştiri var zaten. bu noktada dışlanma korkusuyla kibir de bir madalyonun iki yüzü gibi, iki ayrı ihtimal değil birbirini tamamlayan iki ayrı duygu... kibrin böyle çelişik bi tarafı var, hem kimseyi beğenmiyor, hem sürekli onay istiyorsun...

sadece elitizm değil kamusallığın bahşettiği bir karışamama hali, bir donukluk da var bu kimsenin kolay kolay bende yok diyemeyeceği, kafadan bende yok diyenlerin de baştan ismini listeye yazdıracağı modern kibirde. ilginç aslında, kendileriyle en yalnız kalamayıp tefekkür için gerekli yalnızlaşmayı yaşayamayanlar da belki bu kadınlar. bu sesler kafasında olmadığında cemaatle bile yalnız, onay aradığı bu diğer sesler kafasında olduğundaysa yapayalnızken bile kalabalık olabiliyor insan... bir kadına yalnız kalma hakkı vermeyen ev, aile, cemaat, arkadaşlar, onu yapayalnız bıraktıklarında bile kafasını meşgul etmeye devam edebiliyorlar... yani bir önceki paragrafta belirttiğim hayali cemaat, tam da kalabalıklığıyla yalnızlaştırıp donuklaştırabiliyor birini:  sevgili dostum ligea ile az konuşmadık kamusal cemiyette lider pozisyonuna gelen annelerin günde yüzlerce kere anneleri tarafından kucaklanan, öpülen, onaylanan çocukların aldıklarının birini bile verirken kırk kere düşündüklerini. veremez olduklarını. kendimizden bilerek. bu yüzden annelik feminizmin en kilit meselelerinden biri, bazı kuşaklar çocuksuzluğu feminizmin şartı olarak görüyor, çocuk bakımının da diğer ev işleri gibi eşit bir şekilde bölüşülebileceğini, hatta bazıları tamamen havale edilebileceğini düşünüyor. belki feministlerin baktıkları en son yer olan köy ve güvendikleri en son kişi olan kaynana ve çocuk bakım pratiği tarihlerinden varolan ürkünç senaryolara alternatif çıkabilir... her halükarda elbette bölüşülebilir, ama özellikle emzirirken, iki sene anne nerede biter bebek nerede başlar kim biliyor? kreş süper bir destek ama üç yaşından önce başlamak pek anlamlı değil ve o üç sene kimin bakacağı, nasıl paylaşılacağı gerçek bir muamma. üstelik sadece kamusal alanda çalışan kadınların muamması da değil, annesi adeta ruhani bir lider olan bir başka arkadaşım da aynı dertten mustarip. yani kamusallığın dini imanı yok! ve şu çoluk çocuğun ihmali meselesine de öyle kestirip atarak bakmak kolay değil.

kamusallıkla cemaati de bir tutmak problemli elbet. kamusallık 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bir kavram ve aklın soyutlamalarıyla ayakta duruyor. erkek aklın koşturduğu kocaman ve bomboş ama soyut bir alan. bu soyutlamalar da kadınlardan ve dinden, ve hatta bu kadarıyla bile söylenmeyen şekliyle çocuklardan ve delilikten. delilikle ilgili soyutlamalarla uğraşanlar var elhamdülillah (fuko olsun dölöz olsun). ama çocuklarla ilgili soyutlamalar havada hala...  ve kadınlarla ilgili meseleyi doğrudan etkilemesine rağmen doğrudan tartışıldığı da pek söylenemez. üstelik feminizmin kendi seçkinciliklerini de tartışmak için uygun bir alan bu. feministlerin önemli bir kısmı da diğer cumhuriyet elitleri gibi sınıfsal, dini ve çocuklarla ilgili bir tepeden bakıştan muzdaripler ve özellikle de bunların kesiştikleri kümelerde yer alan kadınlara karşı girişilen öğreten adam tavrı da pek yardımcı olmuyor: "o kadar çok çocuk yapmasan başına bunlar gelmezdi," "okula gitsen başına bunlar gelmezdi," "dini hurafelere inanmasan başına bunlar gelmezdi." halbuki, bunlardan uzak duran çocuksuz, eğitimli, dinle mesafeli kadınlar da dönüp dolaşıp küçük gördükleri hallerle yüzyüze buluyorlar kendilerini eğer dürüstlerse. yani buradaki örneğinde, kadınların cemaati meselesi her durumda kadınlar için mesele, hepimizin ortak meselesi. üstelik çocuklu buluşmalar -bence buna herkes dahil olabilir, çocuksuz arkadaşlarımdan gördüğüm desteği kimseden görmedim diyebilirim, burada da anlattığım üzre biyolojik kısmı kısıtlı bir kısmı-  sadece farklı grupları birleştirmek değil aynı zamanda çocukların kendisinin bu muhabbete katkısı açısından da önemli. feminist anne toplantılarına iştirak ettiğim beş-altı yılda çocukluktan genç kızlığa geçen asya'nın sessiz ve güzel varlığı son buluşmamızın en iyi tarafıydı bence. kız çocuk, sınırlarının belirsizliği ve insanlık tarihinin en güçlü kişisi oluşu meselesi (inanmıyosanız miyazaki seyredin, öyle değil mi sayın tolga ulusoy?) zaten daha tartışmak istediğim bir konu. kadınlar ve çocukların içine girdiği içinden çıkılmaz durumları da genellikle ablalar çözüyor. yani kadınların cemaati ve çocuklar meselesine de göbekten bağlı. ya da kadınların cemaati ve çocuklar meselesi ona... neyse, bu da kadınlara ve çocuklara, ve ablalara dair zayıf tartışmalara böyle bir pop-katkı olsun...

17 Nisan 2013 Çarşamba

bebek ve çocuk kıyafetlerinin devirdaimi

ilk kez bir bebeğin ne zaman ne kadar büyüyeceğini ve ne kadar hızlı büyüdüğünü hesaplayamadığımda elime geli geli veren tulumlar, çıtçıtlı bodyler için arkadaşım gökçe'nin ellerinden öperim. sonra böyle sürdü bu, ben de onları bizimkileri ekleyerek başka bir arkadaşıma verdim, artarak geri döndü, sonra başka bir arkadaşıma, sonra başka bir arkadaşıma... ikinci bebeğim doğduğunda cinsiyetine uygun ve yenilenmiş haliyle bu kıyafetler yine bana döndü. sonra süreç aynen devam etti. biz de küçükken birbirimizin kıyafetlerini giyerdik bizimkilerin arkadaş ve akraba çevresi çapında. saymayı da severdik hangi kıyafet kime ait. kardeşim bir gün demişti: "tişört ali'nin, şort elif'in, sandaletler pınar'ın, bacaklar benim!" ne güzel ki yirmi beş seneye varan boşluktan sonra artık etrafta bebekler var ve şimdiden bir ağ yaratıyorlar :)

neyse, meğer bunun kurumsallaşmışı varmış: http://bebedonusum.blogspot.com/

ama daha az kurumsallaşmışı, yüzyüzesinin de daha şeffaf ve duygulu olduğunu düşünürsek: ankara bazlı kıyafet, kaliteli kitap, doğal oyuncak, çocuk mobilya (hatta fikrin ve paylaşımın merkezi olacak dolabın sahibi irem ne der bilmem ama bence çocuklulukla ve büyümeleriyle değişen bedenler göz önünde bulundurulduğunda anne-kıyafet) paylaşabileceğimiz bir ortakdolap oluşmakta. üye olmak için: ortakdolap@googlegroups.com 

31 Mart 2013 Pazar

annelik ve delilik 1: temizlik

annelik bir olgunluk timsali gibi geliyor akla. bu doğru da. o yüzden hiç tahmin etmezdim anneliğin ileri bir delilik kaynağı olduğunu. olgunluğun o delilikle baş etmekten, baş etmek zorunda olmaktan başka çaren olmamaktan gelebildiğini. ya da bazen gelemediği halde öyleymiş gibi yapmaktan başka çare bulunamadığını...

aslında şaşacak ne var: doğum sonrası depresyonu, siyah süt meselesi hep delilik alameti.
temizlik takıntıları da mesela anne deyince akla gelen şeylerden biri, bakınız ekşi sözlük'te anneli temizlikli şeyler araması... ben de esas bundan söz edicem burada.

ben bu annenin temizlik takıntıları meselesini daha çok orta sınıf kadınların ne yaparsa yapsınlar eve kapatılmışlığı ile ilgili bir delilik olarak düşünürdüm. o yüzden bunlarla baya bi mücadele ettim. şöyle seve seve dipli köşeli temizlik yapabilmeye bu durumla hesaplaştığım tezimi yazmaya başlayıp rahatlayınca başladım. okullarda öğretilen bilgilerin, mesela en bilimsel temizlik bilgileriyle de temellenseler eğitim ya da bilim, canlıları, canlılığı, hayatı değil kendini, eğiticileri, bilim-insanlarını önemsedikçe sadece soyut alanlar olan bilime, eğitime, bazı bilim-insanlarına ve eğiticilere yaradığını ama eğitilenin, en güzel bilgilerden bir demet eline tutuşturulmuş da olsa hayatını pek çok arazla sürdürdüğünü vs. gördüm. örneğin  temizlik herşeyin üstünde bir değer gibi değil yaşamaya yardımcı bir değer olarak düşünülebildiğinde bir araz değil bir araç oluyor. ama bir toz zerresine tahammülü olmayan misyoner mantık kız enstitülerinde, hemşirelik okullarında, kolejlerde temizliği dikte ederken onun hayatta kalmak için ne kadar önemli olduğunu söylese de hayatla olan bağlantısını koparıyor... tezi yazmak iyi oldu çünkü isyan ettiğim ama bir türlü tam niye isyan ettiğimi  ifade edemediğim bu mantık onunla kavga ederken de insanı içine alıveriyor. çünkü kavga ederken de, hatta reddederken de hayatını kavga ettiği şeye indirgeyebiliyor insan... ama sırf bunu fark etmekle de olmuyor. temizliğin dikte edilen kısmını ayıkladım, lazım olan kısmını aldım diyelim. bu sefer de evin içinde temizlik konusundaki işbölümü meselesi var mesela. neden karı koca çalışmamıza rağmen temizlik benim sorumluluğum? neden bu adaletsizlikten tek kaçış birisinin gelip bize yardım etmesiyle oluyor? sonra, bütün bunlara rağmen ve bütün bunlarla birlikte temizlik için dayanılmaz bir arzuyu, obsesif bir herşeyi potansiyel olarak kirli görme halini bebek doğunca yaşadım. o ana kadar kavgamın bu hiç hissetmediğim duyguyla olduğunu bilmiyordum. o anda da hemen öğrenebilecek durumda değildim. ama o zaman dış dünyayla kir savaşım başladı. evi kurtarılmış bir bölge olarak görme eğilimi vs.

o aralar hamamlarla ilgili çalışıyordum. hamamlarının en temel antropolojik meselemiz olan kir-temizlik, yalnızlık-birliktelik ikiliklerine çözüm getiren bir yerken nasıl kendisi pis addedilmeye başlayan bir yer olduğuna bakıyordum. bu meseleler üstüne düşünmek de bu bana en doğru şeymiş gibi gözüken temizlik takıntısıyla başa çıkmakta, bunun problemli olduğunu görmekte, görsem de bişey yapamadığımda üstüne gitmekte beni destekledi. ama kendimde ve arkadaşlarımda bunu görmeye devam ediyorum ara ara.

bunun daha da patalojik, ama birçok annenin kaçamadığını düşündüğüm bir aşaması da ikinci çocuk doğduğunda bu sefer uğruna dünyaya el yıkattığın birinci çocuğu bir kontaminasyon kaynağı olarak görmeye başlamak. neyse ki ikincide artık pek çok konuda daha rahat hissettiğin için ve belki de bazen artık temizlik obsesyonu ve temizleme zorunluğu senin ve tepesinde terör estirdiğin herkesin gündelik alışkanlığı haline geldiğinden birincisi kadar şiddetli olmuyor takıntı ve dışavurumu. ben de bunu ufak çapta hissetsem de atlatmam garip bir şekilde birinci temizlik atağını atlatmamdan daha kolay oldu. bu durumu daha çok bu pis bulunan birinci çocuk ben olduğum için biliyorum, belki de o yüzden, acısı gayet dolaysız bir şekilde bildiğim için atlatmak kolay oldu. ayrıca bu obsesyonların kendimi kardeşim otuz senedir bebek olmamasına rağmen hala eve her türlü yabancı maddeler benden gelirmiş gibi görülen şahsımı en azından bu cendereden çıkarıp temizlik dünyasının cevval savunucusu mertebesine erdirme işlevi olduğu da bir gerçek. nasıl kilo problemlerinde aslında gerçek kaçış hikayeleri var, temizlik obsesyonunda da bazen böyle bir yaftalamadan, kadın olduğun için pis addedilmekten vs. bir kaçış saklı. bu ikisi birbirini doğurabilir de zaman zaman. yani kadın olduğu için pislikle özdeşleştirilmiş olan bir kadın, anne olduğunda bu yaftalamalardan temizlik obsesyonuyla kaçıp, kaçamadığı kısmından da ilk çocuğuna yansıtarak kurtulabilir. o yüzden de bir yandan yapacak en doğru şeyin her duruma uygulanacak bir temizlik olduğu düşüncesinde çoklu konforlar var. kaçış o yüzden bu kadar zor ve ekşi sözlükte annelerin temizlik takıntıları o yüzden bu kadar popüler...

29 Mart 2013 Cuma

kilo meselesi


uzun zamandır bişey demek istiyorum bu konuyla ilgili.
hamilelik ve takip eden uzun emzirme dönemi bedenim çok değişti.
değişmese şaşmalı... ama bu değişim üzerinde ne kadar az kontrolüm olduğuna da şaşarken buldum kendimi. ne var ki bu kontrol yitimi hissi aynı zamanda daha önceki dönemlerimde, en kendimle temas halinde hissediyorken bile kendimi ne çok sıktığımı fark ettirdi bana.
bir nevi hoşuma gitti yani.


                              
neyse işte aslında sıkmanın kendisi daha derin bir kaybolmuşlukmuş meğer -ne için sıktığını bile bilmeden sıkıyorsun, atletik bir kadın olarak bir yandan varolan beden normlarına isyan ediyorsun bir yandan yeni normlar seni cenderesine alıyor (bu konunun farklı açılımları için susan bordo'nun dayanılmaz ağırlık klasiği faideli*) ama haberin yok... uzayda bir gezinti yapıyorsun, aynı aile normları, lost in space...

adeta şükrediyorum ara ara atak yapıp kilo verip sonra ne kasıyorum diye olayı kendi haline bırakmış olmaya... sonunda bir nevi farklı farklı hallerimi bana sevdirdiği için...

fakat olay orda bitmiyo ki.
kilo aldığım zamanlarda ancak çevremdeki toplumsal normları ve karşıdaki kimsenin sınırlarını iplemediğini tüm dünyaya duyurmuş kişiler yorum yapıyordu konuyla ilgili.
bir de annem. ama anneme bir www.bodypositive.com linki göndermemle vazgeçmesi bir oldu. bu kadar basitmiş meğer, onca yıldır :) heralde zamanıymış... bunu ne kadar takdir ettiğimi bu konuyu açmadan ona söylemenin yolunu bulabilmiş olmadığım için galiba, söyleyememişim, şimdi fark ettim.

diğer arkadaşlar vaz falan geçmediler tabi. üstelik bu yorumların olumlu ya da olumsuz olması o kadar farketmiyor.  "kilo almışsın, "kilo vermişsin," hatta "bedenle barışık olmak en güzel bişey."  inanılmaz ama gerçek: hepsi aynı mütecavizlikte söylenebiliyor. zamanla, konuyu açtıklarında ne diyeceğimi düşündüğüm zamanlarda yani, onlara mesela anneme diyebileceğim gibi "seninle bedenimi konuşmak istemiyorum" da demek istemediğimi fark ettim (gerçi bunu aramızdaki sınırlar en soğuk olduğu zamanda bile baya belirsiz olan biri olan anneme diyebiliyosam herkese diyebilmeliydim sanki?). o kadarıyla bile konuşmuş olduğumu, o kadarına bile tahammülüm olmadığını. sınırlarımı takmayan biriyle sınır konuşmanın buyur ihlal et gibi bir tarafı var çünkü sanırım. ben de olumlu veya olumsuz tepki verip konuyu zevklendirmek yerine, bu şekilde bir yorum gelip kafam karıştığında bu karışıklığı fark edip, kendi kendime hakkımı teslim edip, sonra da ciddi ama abartmayan bir ifadeyle o konuyu konuşmak istemediğimi söyleyip devam ediyorum sanırım. 

bunun daha kadın versiyonu da senin yanında sürekli kendi kilosundan bahsetmek. benim senden daha ağır olduğum belliyken sürekli ne kadar çok kilo aldığını vurgulaman ne gıcık biliyo musun? diyebildiğim kadınlarla yine de sorun değil. yani acayip kuul, bilgili, efendime söyleyim alternatif yaşam tarzları benimsemiş vs. kadınlar, bu şekilde veya değil, eğer aşağı yukarı her görüşmemizde kendilerinin veya başkalarının kilolarından bahsediyolarsa bu hem çok garip hem de çok üzücü ama eğer konuşabiliyorsam yine de sorun değil. ama bir de karşımda bundan söz ettiğimde bozulan biri varsa? gerçi bu tip konuşmaların bazen yanındakini rahatlatmayı amaçlamak gibi iyimser bir yerden de gelebileceğini, ama her halükarda konuşana ve yanındakine zarar verdiğini de hatırlamalı.

üstelik kendilinden kilo verdiğim zamanlarda aslında bi yerde daha da zor başka bişeyle karşılaşıyorum: "ne kadar zayıflamışsın ne güzel olmuşsun" "iltifatı." ben zayıflıkla güzelliğin birbirini otomatik çağırdığını düşünmüyorum. düşünenleri yüzeysel buluyorum. ama her gündelik konuşmanın ortasında bunu tartışmak istemem. ama sen her gündelik konuşmanın ortasına bu gibi yargıları, üstelik şeker kaplı olarak fırlatmakta bir beis görmüyorsun? üstelik çok tatlısın, gerçekten. şeker kaplı yargılarla başa çıkmak gerçekten zor sadece... bunların bana iyi hissettirdiğini düşündüğüm zamanlar da oldu. neden bir yandan iyi hissedip bir yandan hüzünlendiğimi, kendimden memnuniyetsizlik duyduğumu anlayamadığım zamanlar... gerçekten şekere benziyorlar bu yönleriyle, bir yandan tatlı bir yandan güçlü tahribat etkili... yine de bu "iltifat"larını bile sorguladığımda, üstelik bunu gündelik hayatın gündelik konuşmaları içinde yaptığımda bana manyak muamelesi yapmadan ciddi ciddi konuşabildiğim arkadaşlarımla bu sadece sorun değil değil aynı zamanda güzel bile. öyle öyle insan kendini de arkadaşını da daha iyi tanıyor.

bir de medyanın, onun fişteklediği az çeşit üreterek varolmaya devam etmeye çalışan şirketlerin vs. çabalarının tıpla tamamlanmasını olayın bir diğer veçhesi gibi sunma ekolü var. "tamam güzellik göreceli ama herşeyin başı sağlık" argümanı yani, ki ona da değinmeden geçemeyeceğim. beden kitle indeksi şöyle olunca böyle oluyomuş da böyle olunca şöyle oluyomuş... üstelik ben buna son araştırmalar beden kitle indeksinin biraz üstünde olan insanların morbiditesi aslında daha azmış, kilolu kadınlar kemik erimesini daha iyi tolere ediyomuş falan diye de karşılık vermek istemiyorum artık çünkü bilim-sağlık bir araştırma alanı olarak pek hoş da çıkış noktası olarak çok başarısız. hoşluğu değişime açık olmasından, dayanak olarak başarısızlığı da değişkenliğine rağmen doğruluk ve haklılık iddiasından geliyor.

çıkış noktası olarak daha başarılı olansa, daha önceki göbeği serbest mi bırakçaz napçaz yazısında müge'nin önerdiği birbirimize yeni aynalar yaratma çabası olabilir... kurumlardan onay alma ihtiyacı olmayan, kurumları -medya, fabrika, okul, tıp- yeniden üretip durduğumuz ilişkilerden ziyade bunu görmekten gocunmadığımız, farklı hallerimizi beraber deneyebildiğimiz müstakil ilişkiler, ağlar, ki bütün bunlardan söz edebiliyoruz çünkü aslında onlar da varlar...



*bordo, susan. unbearable weight: feminism, western culture and the body. berkeley, california: university of california press, 1993.

18 Şubat 2013 Pazartesi

kitaplar, bloglar ve yeniden kız kardeşlik





kitaplar… hep benimleydiler; hamilelikte de elbet beni yalnız bırakmadılar. tek çocuk olan benin bebekler konusundaki bilgisini artırmak için son derece yararlıydılar. bebek nasıl beslenir, nasıl uyur, nasıl oynar vesaire vesaire. lakin okudukça sadece bebekleri değil, anneliği de anlatmaya başladılar. ya da şöyle diyeyim; farklı annelik modelleri sundular. beni tanımıyorlardı, bebeğimi hiç görmediler; ama kendilerinden çok emindiler. öneriler çoktu, doğuma henüz vardı. üstelik kitaplara internet de eşlik ediyordu. bebeğim doğdu andan itibaren neler yapacağıma karar vermiştim. doğdu; çoğunu yapamadım. mesela sütüm yetmedi, mesela bebeğim sallanmadan uyumadı. mesela emzik verdim. kafamda ister istemez oluşan programlara, kavramlara, -hadi dürüst olalım- kalıplara uymayan gelişmeler yanlış yapıyorum düğmemi açtı; çünkü sadece yazılanlar doğru olmalıydı. açılan düğme beni yemeye başladı. üstelik istediğim belli tip bir “profesyonel” anne olmak bile değildi. ama şu yakamıza yapışan suçluluk duygusu yok mu, yanlış yapma korkusu? durup, sakinleşmeye çalıştım. sakinledim mi, emin değilim. hâlâ okuyor muyum? evet. faydasını gördüm mü? elbette. en çok onlardan mı öğrendim? hayır. en çok bebeğimden öğrendim; sonra da diğer annelerden. arkadaşlarım kadar, okuduğum bloglar da sırtımı dayadığım yastıklar oluyor bana. hani “anne olunca anladım” klişeleri var ya; işte ben de anne olunca deneyim paylaşmanın ne demek olduğunu anladım. oğlum oldu, kız kardeşlerim arttı; bazılarının gerçek adını bile bilmiyorum üstelik :)

10 Ocak 2013 Perşembe

çare bensiz

bugünlerde kardeşlik ve çatışmayı düşünüyorum. anneyi paylaşmanın ne zor olduğunu, paylaşanların güzelliğini, çatışsalar da kardaşların aynı karından çok aynı aşkı paylaştıkları için -ya da bu bir ve aynı şey olduğu için benzediklerini... ben ve kardeşimin durumunda mesela bu aşk çok umutsuz ve buna rağmen belki de bu yüzden paylaşması çok zor. başka türlü de oluyordur belki, ne bileyim kendini adayan anneler ve çocuklar bağlamında paylaştıkça artan tatlar. ama bu durumların da kişinin sadece kendisine değil başkalarına da ihanetleri anlamına da geldiği de oluyor. kısacası anneyle ilişkiler ve çocuklarla, gerçekten bize çok umusuz görünen erişkinlerin-birbirleriyle-girdikleri-cinsellik-göndermeli-ilişkilerden (kısaca kadın erkek ilişkileri ama kestirmeden gidelim derken herşeyi kesmeyelim) daha umutsuz aşklar olabiliyor. bunlar benim için en çok orhan gencebay'ın dertler benim olsununu dinlerken netleşiyor.


Orhan Gencebay - Dertler Benim Olsun ile  

 bir zamanlar benim sevgilimdin, yanımdayken bile hasretimdin. şimdi başka bir aşk buldun, mutluluk senin olsun. dertler benim çile benim, hayat senin, senin olsun.... bu adayış bildiğimiz bir aşk ilişkisinde bizi şaşırtırken en mesafeli anne çocuk ilişkileri ve kardeşler söz konusu olduğunda bile -hatta bazen en çok da orada- şaşırtmıyor. ben bu hissi oldukça net hatırlıyorum. bebek kardeşim soğuk bir kışta annemin kucağında, yeni başladığım, kendimi atılıp fırlatılmış hissettiğim okuldan dönmüşüm. ben onlara bakıyorum onlar bana. annemin büyük bir ihtimalle bebek kardeşimi de yakında böyle kucaklamayacağını da az çok tahmin ediyorum çünkü çok rekabetçi ve yoğun bir işyerinde dezavantajlı koşullarda çalışıyor vs. onlara imrenerek ama razı olarak bakıyorum. çok çaresiz görünüyorlar onlar da. benim kadar çaresiz belki. ben o kabullenişte çare buluyorum bir nevi, çare olmasa da manevi-güç belki. şimdi bunun daha az acı vermeyeneni ama belki de daha ferahlatıcısını annelerin çocuklarla hissettiğini anlıyorum. çocuklarının bağımsızlaşmasından razı ve mutlu olarak ama özleyerek çekilen güçlü anneleri düşünürken bu şarkı anlam değiştiriyor, derinleşiyor bir yerde... anneler çocuklarına söylediğinde de, çocuklar annelerini herşeye rağmen herşeyden çok sevdiğinde de çok güzel şarkı bu.... bunu hisseden olmuştur, keşke yazsa, konuşsak onlarla da. bir yerde iyi bir terapistin ruh hali de var burda... yani bir kadın erkek ilişkisinden çok başka şeyler de var bu parçada. örneğin orhan babanın bize toplumsal terapi yapması! annelik etmesi bir nevi. kadın erkek bir çoğumuza... bunun gittiği yeri, milliyetçiliğin biçimlediği günü, siyasetin cinsiyetini başka bi başlıkla yazmayı umuyorum. bu  klipte/filmde tarif edilen hisler işte mesela milliyetçi çatışmaya da yabancı değil. ama kadın-erkek ilişkisine yabancı... ama dedim ya, o yabancılaşma hatırlatıyor bize çatışmaya dair diğer duygularımızı... necla nazır'la orhan gencebay da aslında baş aktörleri oldukları bir kan davasının ve bu davaya mütekabil sol-sağ/kardeş kavgasının tam göbeğinde karşılaşıyorlar... (görüntüler bıktım her gün ölmekten'den, aslında yaşamak bu değil'in söylendiği sahne. parça ise ben doğarken ölmüşüm'de mapus damında erkek dünyasında geçiyor. bu sahneler gerçekten daha çok yakışmış parçaya. ama ben doğarken ölmüşüm'de de kardeşi yerine hapis yatarken sevdiği kız da başkasıyla evlendiği için mutluluk bizim olsun'u mutluluk senin olsuna dönüştürmesi de yine kardeşlerarası gerginlik meselesi). okuldan eve geldiğim o gün, 1979'da, ve o gün bu gündür hiç ara vermeden olduğu gibi...