23 Kasım 2012 Cuma

mazi kalbimde yaradır




bir kız çocuk erkeklere yönelse bile hala annesinin destek ve ilgisini özler. kızlıktan kadınlığa geçtiklerinde, kadınlar, anaç bakımın bu yönlerinin kaybını içlerinde taşırlar. bu bakımın yerine hiç bir şey geçemeyecektir. kadınlar erkeklere annelik yaparak bakarlar ama kendileri bundan mahrum edilmiş olur. bu bakım gereksinimleri yitirişle eksilmez." luise eichenbaum&susie orbach
bir gece vakti dank diye anlamak. kızları henüz uyutmuş, üstlerini örtmüşken. odalarının sıcak ışığından karanlık koridora çıkar çıkmaz anlamak. koridorun cehennem kayıkçısının yeraltı nehrine dönüşmesi. nereye gidiyorum? nerdeyim? hayatım neresi? evim neresi? aşk nerede? üstünü annelikle örttüğüm kadın nerede? jülyen doğranmış dolmalık biberlerin arasına mı saklandı; kızlarımın mis kokulu saçlarının arasına mı?
aşk yok, yok, yok. gözyaşlarım onun için akıyor bu kez. bu yaşlar yanaklarımı yakıyor.
hani genç bir kadın vardı: şiirler okuyup şarkılar söyleyen, çiçekler toplayıp yastıkları süsleyen. kaygısız, derin uykularından uzun saçlarını savurarak uyanan. yanıbaşındaki sevgilinin kollarına hasretin ateşiyle atılan. dudakları öpülmekten yorulan o kadın nerde? tavuk çorbasının şehriyeleri arasına mı karıştı; kızların çoraplarının arasına mı?
aşk yok artık hayatımda. hafızası silinmiş gibi yaşayadururken, neden bu koridorda karşıma çıktın kharon? altın bir sikkem yok sana verecek. bu kıyıda bırak beni. bu kıyıda arayacağım aşkımı, kendimi. bakacağım bu akışkan aşk çamaşır makinesinin yumuşatıcı gözüne mi kaçtı?

d.

14 Kasım 2012 Çarşamba

feminist fiona?


şrek'in fiona'sının feministleşip feministleşmediği meselesi internetin tartışma konuların biri haline gelmiş. başka bir gerçeklikte şrek'in kurtarmaya yetişemediği fiona kendi kendini kurtarmış, yeşil-dev özgürlük hareketinin başına geçmiş meğer. ama sonunda şrek onun kalbini yine kazanıyor ve o da çocuklarının anası şrek'inin karısı olduğu gerçekliğe geri dönüyor. bunun feminist olup olmadığı tartışılır. ama ben fiona'nın en başından beri feministlerin uğraştığı şeylerle uğraştığını ve bunu da iddia edildiği gibi yüzeysel yapmadığını düşünüyorum.

fiona'nın dev ve prenses gerilimi başlıbaşına bir dr. jekyll ve mr. hyde efendime söyleyim bir kurt kadın hikayesi. onlardan farklı olarak psikanalizin aydınlattığı karanlık tarafımızın beklenmedik tatlılıklarını barındıran bir karakter ama fiona. kadınlığa geçiş hikayeleri erkekliğe geçiş hikayelerinden daha tehlikesiz olduğundan değil. "çirkin" bulduğumuz, kimseye göstermemeye çalıştığımız tarafımızın insan (dev!) tarafımız olduğunu ve seven sevilen tarafımızın da o olduğunu aşikar eden bir karakter olduğu için. dev fiona prenses fiona'dan daha komik, daha sevecen, daha savaşçı ve açıkçası o ukala, soğuk, sıska kızdan daha GÜZEL!

fiona'nın savaşçı karakterinin çocuk bakımıyla mücadelesinde ortaya çıkması da rastlantı değil bence. çocukların doğumuyla artık seyircinin prenses fiona görünümlü dev fiona karakterli bir kişilik olmasından -iyi ki- umudu kestiği fiona önce dev fiona görünümlü prenses fiona olarak karşımıza çıkar. kuzu kuzu evin ve çocukların bütün işini yapmakta, şrek'in homurtularıyla başetmektedir. -alo fiona, burada işe yaramayacaktıysa karanlık tarafının ortaya çıkmasından ne anladık? deriz. ama fiona şrek'i boşayıp kraliyet ailesinin atıl duran imkanlarını çocuk bakımı için seferber etmeden şrek fiona'nın karanlık tarafının gücünü kendi kendisine fark eder. hem de kendi karanlık tarafını ehlileşme süreçlerinden kurtarmaya çalışırken. işte şrek'in o fiona'yla hiç tanışmamış olduğu gerçeklikte şrek kurtarmaya yetişemediği için kendi kendini kurtarabilmiş ve özgürlük hareketinin başına geçmiş olan fiona güzel/bütün bir karakter olarak orada ortaya çıkar. gariptir, bu mücadele zemini ve zamanı eşsizlik ve çocuksuzluktan gelmektedir ama ancak eş ve çocukların yüküyle boğuşulan diğer gerçeklik gerçek olduğunda ortaya çıkabilmiştir. yani iki gerçeklik birbiriyle zaten bağlantısız değildir. o yüzden fiona'nın "dönmesi" de bir yenilgi, savaşçılığının sona ermesi vs. değil, o yükü canını dişine takmış çekerken ne büyük bir savaş verdiğinin ancak iki gerçeklikle birden anlatılabileceğinin bir hikayesidir. iki gerçeklikle birden, çünkü sevgi ve özgürlük ancak birbirlerinden doğmalarına rağmen birarada yaşanamıyorlar. zaten o yüzden birbirlerini doğurup duruyorlar. şrek'in erkeklik: imkansız iktidar versiyonu da bu ikilemden çıkıyor. ama fiona gücü istememe gücü ile iki dünyayı biraraya getiriyor...

                                                                                                                                            elif

8 Kasım 2012 Perşembe

göbeği içe çekmek vs nefesi serbest bırakmak

iki sezaryenden sonra göbeğimi zaptetmekte zorlanıyorum. değişen bedenim ve şehirde bir oraya bir buraya gidip, sık sık yürüyüş yapamayışım duruşumu da zorladı. o yüzden kendimi kamusal ortamlarda daha tedirgin buluyorum. bir yandan da fark ediyorum ki göbeğimi serbest bıraktığım ve/ama diri durduğum ortamlarda kendimi daha bütün hissediyorum. kendimle bütün, yaşamla bütün. üstelik bunun tersi de doğru. yani normalde kendimi bütün hissedeceğim ortamlarda göbeğimi çektiğim anda o bağlantı da kopuyor sanki. halbuki serbest ama diri bir duruşla insan zihnini ıvır zıvırdan boşaltıp gerçek olana odaklanabiliyor.

migrenin omuzlarımdaki gerilimle ilişkisini fark edeli bir süre oluyor. ama ne kadar gevşersem gevşeyim bu gerilim geri geliyor. birdenbire dank etti. omzumdaki gerilimin göbeğimle ilişkisi. göbeği içe çektikçe omuzlar da kamburlaşıyor ve geriliyor. göbeği içe çekmenin daha iyi bir duruş sağladığını söyleyenler yanılıyor. o güzel dik duruşu vücudu diri tutarken göbeği serbest bırakmak sağlıyor (aşağıda defne suman'dan tarifi var). serbest bırakmak ve ciğerlerinin sadece tepesi değil alt kısmıyla da nefes almak.

 annemin bana daha çocukken göbeğini içine çekmenin ne iyi olacağını söylediği anı dün olmuş gibi hatırlıyorum. ne zor diye düşünmüştüm, o da... annem yalnız değil, bu fikre tek başına da varmış değil. internette de bi dolu bunun karın kaslarını güçlendireceği öğüdü var. aslında karnı içe çekmek ve serbest bırakmaktan oluşan bir egzersiz gerçekten kas yapabilir ama her zaman sıkılı tutmak sadece bedensel gerginliğe ve ciğerlerin üstünden nefes almaya teşvik ettiği için stresli hissetmeye de yol açıyor ilginçtir.

konuyla ilgili güzel yazılar da var ingilizce olaraktan. güzel bir tanesi şurada bir başkası da bu.

zeyl:
sonuçta herşey nefeste başlıyo nefeste bitiyo, mütemadiyen göbeğini içine çekmiş ünlüler ve mankenlerin fotoğraflarına bakarak nefesten vaz mı geçicez?


uzman görüşü:
limonlu turtanın yorumu üstüne yogadaki durumu anlatması için defne suman'a ve tıbbın tecrübeli ve aklıbaşında bir yorumu için fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı müge yetener'e başvurdum. ikisi de sağolsunlar hemen cevap verdiler.

defne suman dedi ki:

"çok iyi bir konu bu. iyi ki gündeme getirmişsin. benim tecrübe ve eğitimlerime dayanarak söyleyebileğim şey şu:
yoga hareketleri sırasında karnı içeride tutmak, evet önemli ve yoganın başlıca unsurlarından biri. ancak bunu yaparken karın kaslarını değil, çok daha derindeki bir mekanizmayı kullanıyoruz. o mekanizma da perineum, pelvik tabanın nefes alirken yukarı doğru çekilmesiyle hareket geçiyor. bu hareketi yapınca göbek deliğinin arkası omurgaya doğru çekiliyor ve yoga nefesi sırasında karın-omurga yakınlığını korumak pozların doğru yerden kuvvet alması açısından çok önemli. banda diyoruz bu duruma. merkez ve omurga arasında bağ kurmak için bandaları yapıyoruz. ancak bu söylediğim bağ kasları kasarak, sıkarak değil, nefesi doğru yönlendirerek yapılan bir şey. bu sebeple başlangıç aşamasındaki öğrencilere bu teknikten bahsetmiyoruz. hatta onlara daha karnı serbest bırakmalarını söylüyoruz ki, karına inen nefes enerjisini hissedebilirler. yogada kastığın, sıktığın her kas enerji akışını bloke edecektir. o yüzden önce yumuşamak çok önemli.
meditasyon ise tamamen başka bir konu. meditasyon hiç efor harcanmaması işin özü. dolayısıyla karın yumuşak, nefes doğal olmalı. özellikle karnı şişirmek anlamına gelmiyor bu dediğim. bırak nefes nereye gidersen gitsin. meditasyon aşamasına geldiğimizde artık banda kullanmıyoruz.
günlük hayatta ise karnı mümkün olduğunda yumuşak bırakmak gerek. duygular da orada sıkışıyor. bir kez daha tekrarlıyorum ama, karnı yumuşak bırakmak oraya nefes almak, karnı şişirmek anlamına gelmiyor. diyaframın hem üst, hem de alt tarafını kullanabilmek önemli ama kasları sıkmadan.
leslie kaminoff çok iyi bir nefes hocası. cdleri, kitapları var. bu konuda bilgli edinebilirsin.
umarım yardımcı olmuşumdur."
bu mesaj gerçekten çok yardımcı oldu. bu arada kaminoff'un da nefes meselelerine damardan girdiği şöyle güzel bi vidyosu var ismini araştırınca çıkan pek çok şey içinde.

sağolsun müge yetener ise şöyle dedi:

"bu göbek çekme kas kuvvetlendirmek için yapılıyorsa sürekli göbek çekik dolaşmak saçma..zira karın kaslarını kuvvetlendirmek için yapılan, bilinen bir dolu egzersiz var. bunları haftada en az 3 kere yapınca 1 ayda sonuç alınıyor (tecrübe ile sabit).

bunları yapmadan sürekli içe çekik dolaşmak içeri çekilecek göbek bulunduğu ve dahi egzersiz yapılmadığı fikrini uyandırıyor. ha egzersiz yaptın ve hala göbek tahta gibi değilse o zaman yaş ve yağ dağılımı gibi genetiksel ve yaşamsal faktörler var demektir ki ya kendinle barışman, ya da liposakşın yaptırman gerekir :)
"kıçı içeri çekmekten" ben bizim pelvik tilt dediğimiz egzersizi anlıyorum ki onu da sürekli yapmanın bi anlamı yok. bu egzersizin amacı ise, bel çukurluğu eğer fazla ise, karın da dışa çıkık görünür. bel çukurluğunun fazlalığı ya bel kaslarının zayıflığından ya da yapısal olarak bel kavisinin derinliğinden olur. böyle bir durumda ayrıca ayakta durmakla artan bel ağrıları da olabilir. daha önce yazdığım mantıkla, evet bel kaslarını güçlendirelim ama hala bel çukursa yapısal nedenler var demektir ki kıçımızı içeri çekerek dolaşmak bu kez de beden yapımıza ters bir duruşu bedene dayatmamız anlamına gelir ki taşıma suyla nereye kadar.."

ben de ona dedim ki:

"yalnız bişi merak ettim: içine çekmediği halde tahta gibi göbeği olan çok çok zayıf ve anatomisi öyle olan bir azınlık diye düşünüyordum, sen daha iyi bilir daha objektif karar verebilirsin. değil mi yoksa? yani yogadan yay gibi olanların ya da çocukların bile saldıklarında bi göbek çıkıntısı yok mu?"

o da bana dedi ki

" ya elbette...tahta gibi de hoş değil ayrıca...bi parça göbek hoş bi kıvrım değil mi..."

olma mı!

"bence bu belli bir şekilde görünmek zorunda hissetmekle ilgili, ve "beden yapımıza ters bir duruşu bedene dayatmamız" bedenimizin ve ruhumuzun dengesini ciddi sakatlayan bişey"

dedim, o da şu güzel sözlerle bitirdi

"evet katılıyorum çok güzel ifade etmişsin. önemli olan bu dayatmaların dışına çıkabilmek. birbirimize "başka aynalar" oluşturabilmek. kadınları bedenlerine yabancılaştıran bu sektör, "hiç bir zaman yeterince güzel olmadığımız, 20 yaşında bile yeterince genç, pürüzsüz ve mükemmel olamayacağımız ideolojisini ruhumuza sızarak/ sızdırarak işliyor. bi sabah bütün kadınlar kendilerini güzel, tam ve mükemmel bularak uyansalar dünyada ne çok şey değişirdi...neredeyse, belki de her şey :))"

başka aynalar oluşturabilmek niyeti ile...

edit: güzel bi site daha buldum konuyla ilgili: http://loveyourbelly.com/excerpts/index.html
hatta tam da konuyla ilgili olarak: http://loveyourbelly.com/excerpts/six-pack.html kısaca sadece içine çekmek değil, karın kaslarını sıkılaştırmayı abartmak da hayatiyetinizle bağınızı keser diyo.

http://www.nourishing-the-soul.com/2010/11/belly-battle/ burada da yorumlardan birinde bir kadın, hep göbeğim bana ihanet ediyor gibi geliyordu ama galiba ben onunla savaşırken esas ona ihanet ediyormuşum diyor...
                                                                                                                                            elif

21 Eylül 2012 Cuma

sofrada bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi

geçen gün güzel bir mekanda çok sevdiğim arkadaşlarımla yemek yedik. özellikle bir tanesini uzun zamandır görmüyordum, görmek çok hoşuma gitti. bonus olarak yanında kendi gibi pozitif takılan dokuz aylık oğlu vardı. meğer arkadaşımın annesi ona evde ekmek yapıyormuş. ama bu yüzden ona dışarda pişmiş ekmek ve diğer pek çok şeyi vermiyorlarmış. oğlan pek engellere takılan biri değildi o yüzden arada atak yapıp sonra vaz geçti ama sonuçta sanırım koca sofradan bişey tadamadan kalktı. gerçekten de bu çimenler üstüne kurulmuş, güzel bir ağacın altında bir sonbahar günü hem güneşin hem gölgenin tadını çıkarabildiğimiz ortam pek güzeldi ama yemekler o kadar süper değildi. ama bu sofrada yemek yememek de zevkli değildi.

bu arada sofrada konuştuğumuz konular da bu minvaldeydi. yani ayaş domatesinden salça yapmanın ne süper olduğu, hamilelik sonrası kilo vermenin ne kadar zor olduğu falan. aslında yemek alternatiflerinden en önemlisinin fix menü olması işimizi kolaylaştırıyordu ama bu yemekte de mesela herşeye et koyarak bize kıyak yapmaya karar vermişlerdi. neyse ki güzel ve doyurucu bir ton balıklı salata alternatifi vardı.

o gün üstüne uzun zamandır sofra konusunda bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi konusunda düşündüğüm şeyler netleşmeye başladı, ben de yazayım dedim. kuzenim, anam babam kardeşimle de en çok bu şekilde dışarda yemek yerken görüşebiliyoruz. onlar bundan hoşlanıyor gibi ama benim genelde içim sıkılıyor. gittiğimiz yerleri sevmiyorum bazen, ben bi yer önerdiğimde de onlar pek sevmiyorlar galiba, zaten dışarda yemek yemeyi pek sevmediğimden bildiğim pek yer de yok. evdeki yemeklerden ve seçme şansı bulunmamasından da pek memnun kalmıyor gibiler. ben de aslında pekala da güzel bir tecrübe olabilecek dışarıda yeme işine katlanabilirim elbette. katlanamadığım şey de aslında sadece dışarda yemek yediğimizde değil her beraber yemek yediğimizde de olan bişey: en yeni yemek yeme kısıtlamalarının birbirine öğütlenmesi serisi. ya da işte özellikle aralarına kimi zaman benim de dahil olduğum kadınların hiç neşeli olmayan yeme rejimleri olması ve herkesin yeme rejiminin öyle olması gerektiğini düşünmeleri.
Politiki kouzina

sanırım bu çeşit kısıtlayıcı yemek yeme bilgilerine ilişkin sıkıntımın dışarda yemek yerken iyice ortaya çıkması lokantaların görece belli yemeklerden müteşekkil bir menü sunmaları ve yediklerimizin endüstriyel niteliğinin lokantalarda daha görünür olması. yemek yerken aslında rafine şekerlerden doymuş yağlardan değil gafil olmaktan, ne yediğimizi bilmeden yemekten, yediğimiz yemeği ve dolayısıyla da bedenimizi onore etmemekten kaçmak gerekiyor. bir yandan çok güzel her bir yemek herşeye rağmen. öte yandan onore etmeye (bakınız aşağıdaki vidyo) yediğimiz şeyin ta kendisinden başlıyoruz ama onun sofraya gelişini düşünmeden olur mu?  sömürülen ve tek besine mahkum edilen topraklar, burçak tarlasında zor gelinlikler yaşayanlar, bu besinleri kötü şartlarda işleyen işçiler, onları servis eden mutsuz garsonlar. evdeki mutsuz anne de bu hikayenin parçası. ama evde ben varsam, (görece) düzgün malzemeleri düzgün yerlerden aldıysam, mutsuz değilsem?

bir yandan da bu toptanlıkla beraber yürüyen isviçreli bilim adamlarının son keşifleri de bu genellikle etten ve yanındaki bir takım şeylerden oluşan, seçmeli gibi görünüp aslında fiks olan lokanta menüsü gibi hiç kişiye özel değil. bilakis. geleneksel bilginin coğrafi değişkenliğine karşı bilimsel bilgi evrensel olduğunu iddia ediyor ama bilimsel bilgi de zaman içinde geleneksel bilgiye oranla çok çok hızlı değişiyor. üstelik geleneksel bilgi en azından belli coğrafyaların insanlarına göre şekillenmişken bilimsel bilgi değişken olduğu gibi soyut da. sanki bizlerle, bedenlerimizle doğrudan bir alakası yokmuş gibi koyuyor kurallarını. ya da olması fark etmezmiş gibi. bedenlerimiz bilimin çiftliğiymiş ve istesek de istemesek de uymak zorundaymışız gibi. ve değişkenliği olduğu gibi bir zayıflık olan soyutluğunu da bir güç olarak sunuyor. işte kafamda netleşen bu oldu.

yani geleneksel bilgiyi tembihlemek adeta bir annelik göreviyken bilimsel bilginin pek öyle öğütlenebilir bir tarafı yok. ancak yanlışlanabilecek ama şimdilik ortaya konmuş son süper keşif olarak sunulabilir. bakın şöyle bi yemek yaptım son bilimsel bilgiler ışığında diyene de rastlamadım. o yüzden bu son keşifler gündelik hayatımıza daha çok kısıtlamalar olarak yansıyor. yani garip bir şekilde bilimsel bilgi paralelinde gelişen endüstri -hem yemek hem bilgi endüstrileri- bir yandan kendi geleneksel bilgi ve yemek yeme tarzlarından kopuşu ifade ederken, bir yandan da geleneksel bilginin olduğu kadar kendi yarattığı kirliliğin eleştirisini de içeriyor. bu durumda yeni bilgi vaazları ister istemez kısıtlama vaazlarına dünüşüyor. baştan beri söylemek istediğim ama derdimi anlatmadan söylemeyim dediğim şeyi şimdi söyleyeyim: elbette "geleneksel bilgi" artık iyice içi boşalmış ne idüğü belirsizleştirilmiş bir kümeye işaret ediyor. o da son yüzyıllara damga vuran bilimsel bilginin yeniden yeniden bozup yeniden yeniden yarattığı bir mefhum olarak düşünülmekten başka düşünceler evrenimizde yer almıyor bir yerde. yani bilimsel bilgi geleneksel olduğunu söyleyip önce bir kenara ittiği yerel yemek bilgisini sonradan yavaş yavaş içerirken, bu sürece dair bilgilendirmeyi yine kendi dilinde yapıyor. yani tam buğday ekmeğini yemenin önemini öğütlerken de kısıtlayıcı mesela...

fakat şu da var, bu kısıtlama söyleminin egemen olmadığı anlarda da, eğer yemek üzerinden müthis bilim sohbetlerine girilmeyecekse -bizimkiler pek meraklıdır bu sohbete ama ben yemek çerçevesinde tanık olmadım, ccc zafer yenal reyiz dışında. eğer kısıtlama söylemleri de kısıtlanırsa, bu sefer de bir sessizlik hakim oluyor ortama. ne desek boş halleri. bu sessizliğinin modern bilginin aktarılışındaki rolüne şurada işaret etmiştik funda cantek'le. e ama yemek de en güzel bir sohbet muhabbet ortamı değil miydi ya? o bakımdan:



not: bu arada blogda ifade ettiğim ve sağolunuz faideli geri dönüşler aldığım mama sandalyesi ve sofra krizim beni aile sofrasını sevmeye evriltti aslına bakarsanız. içine masa sığan bir mutfak, giderek yemek yapmaktan zevk alan bir adam ve masaya kuşlu peçeteler dizen kişinin ben olduğuna inanamıyorum!

ek: özetle bilimsel bilginin artık öteleyerek boş bir kümeye dönüştürdüğü geleneksel bilginin de yerini alarak  tahakkümünü perçinlemesi ve bunun da sofraya yansıması probleminden bir kaçış temrini olarak menüye bakıp içinden ilk geçeni söylemek şimdilik işliyor. hem sofrada konuşacak neşeli bir şey de çıkıyor!

                                                                                                                                            elif

7 Eylül 2012 Cuma

kolej kültürü ve taciz

defne suman blogunda insanlık ayıbı diye bir yazı yazmış. iyi bir okulda, 13-14 yaş civarında bir kızın her gün sınıfın oğlanlarınca nasıl toplu tacize uğradığını ve sınıfçak bunu görmezden nasıl gelebildiklerini anlatıyor. çok da iyi ediyor. hep alt sınıflarla, istenmeyen milliyetlerle ilişkilendirilen tacizi içerden kolej kültürünün parçası olarak anlatıyor. okurken benim kafama takılan iki şey oldu:

birincisi, yazıda kendini bile suçlu buluyor, o kızdan özür diliyor,kendisini asla hoş görmüyor, ama bunu yapan oğlanları bir şekilde hoş görmeye devam ediyor. onları güzelliyor bir şekilde. sanki sandviç taktiği kullanıyormuş gibi geldi, yaptıkları korkunç şeyi onlara dair iyi hislerinin içine yerleştirerek, o oğlanların da bu yazıyı okuyup üzülmelerinin tek yolu buymuş gibi mesela. bunu yapan oğlanları düşmanlaştırıp herşey onlardan kaynaklanıyormuş gibi yapmasını da beklemiyorum elbette. ama yine de, dönüp dolaşıp "suç"u kendi bile olsa başka bir kadının üstüne attı gibi hissettim. ve medeti de kendisi ve diğer kızlardan değil daha çok oğlanlardan, adamlardan umdu gibi. bir de o ortamda o sonunda şikayet eden kızları ve onları dinleyen ailelerini merak ettim. sonuçta bu aptal döngüden onları sınıfçak bu ilişki biçimi kurtarıyor, o neydi acaba? "şikayet" pek muteber bir terim değil. bu ilişkiyi onore etmiyor. defne hanımın tacizi yapan oğlanlar da dahil çok sevdiği arkadaşları grubuna dahil değil sanırım bu kızlar. tacize uğrayan kızın olmadığı gibi. olaya yol açan şeyde de böyle bir dahil olup olmama meselesi var sanki. ikinci derdimi anlatırken açmaya çalışacağım.

ikinci derdim de şu, yazıya "anlatacağım hikaye istanbul’un iyi, çok iyi okullarından birinde geçiyor. okul nişantaş’ın göbeğinde, eğitimli, kültürlü, ilerici, modern ailelerin çocuklarını göndermeyi seçtikleri, disiplini ve zorluğuyla ünlü bir okul." diye başlıyor. bütün olanlar buna rağmen oluyormuş gibi. halbuki ben okurken bu iki cümlenin o taciz ortamını yaratan atmosfer konusunda çok belirleyici olduğunu düşündüm. şöyle bir şey demeyeceğim tabi: sizi gidi yoz modernler, toplumsal değerlerden uzaklaştınız bakın başınıza neler geldi vs... toplumsal değerlerin hayali niteliği bir yana, bunların bağlı olduğunun iddia edildiği en dindar ortamlarda da tacizden uzak bir ortam yaratılamadığını biliyoruz. modernliğin modern eleştirisi, diyelim cinsel devrim söylemleri için de aynı şey geçerli. mutlaka cinsel devrimi kendilerine verilmiş bir tecavüz ehliyeti olarak gören birileri çıkıyor. iki, hatta üç ortamda da bu çeşit -en hafif haliyle- tacizler en popüler, bu konuda -dinse din ilericilikse ilericilik- en iyi görünen kimselerce -erkeklerce- yapılıyor üstelik. bu yazıda da öyle birşey var. birinci derdimle yakından alakalı olarak, tacize uğrayan kızın gözünden bir "sizden biri" durumu. yani taciz en kültürlü en ilerici en modern çocuklar ya da onlar gibi olmak isteyen diğerleri tarafından onlar gibi olmak için yapılıyor --defne hanımın birincisinin devamı niteliğindeki ikinci yazısının sonunda yorum yazan özgür bunu mükemmelen anlatmış, kendini ağır şekilde taciz eden grubun elebaşısının aslında kendi kurbanlığını bu kızı kurbanlaştırarak aşışını yıllar sonra anlamış. ve örgülü saçları beyaz çoraplarıyla ve en çok da sessizliğiyle belki de o kadar da kültürlü o kadar da ilerici o kadar da modern olmayan bir kıza -ya da başka özellikleriyle yine bu ideale uymayan başka bir kıza ya da oğlana- yapılıyor. klasik kızın aranması yaftasının yanında bir de bu var sanki. kolej konusunda sayılan "iyi" özellikleri okurken, bu görüntünün kolej ortamının olmazsa olmazı olan kendinden olmayanı küçümseme, modernlik yarışı ve paranın milliyeti ve cinsiyetinden kaynaklanan iflah olmaz bir muhafazakar nüve gibi özelliklerinin üzerindeki örtü olduğunu da görmeden etmek istemiyorum. bu nüve, öğrencisi olan kızların sessizliğini aslında erişilmek istenen modernliğin bir parçası değilmiş gibi kurgulasa da, o kapıya çıkıyor. defne suman da bence bu yazıda kendini değil o kızı sessiz sanarken kendisinin de sessiz olduğunu fark etmesiyle yüzleşiyor... (yine kızların sessizliğine bağladım, aferim bana)

                                                                                                                                            elif

27 Nisan 2012 Cuma

herkes-kendi-dogrusunu-biliyor-buluyor

kısa zamanda temel başvuru kaynağı haline gelen ve hamilelik ve çocuk yetiştirme konusunda benzerlerinin aksine çok çeşitli seslere kulak veren uzunçorap bize de kulak verdi: 

"herkes-kendi-dogrusunu-biliyor-buluyor"

Logo

30 Mart 2012 Cuma

portakallar bitmeden: enzimim çalıştı! (ya da ev yapımı bulaşık/çamaşır/yer silme deterjanı)

iki derdim vardı: 1. sebze meyve +çay atıklarını ve kağıdı kompostluyorum ama narenciye kabukları çok uzun zamanda toprağa dönüşüyor o yüzden katamıyorum diğerlerinin arasına. fakat çöpe atmak da istemiyorum. portakal şekerlemesi yap yap nereye kadar? 2. deterjanlardan ve onların azıcık daha zararsız olanlarından nefret ediyorum. çocuklu ortamda daha da fazla. ben de iki tarif buldum. birincisi elma sirkesinde narenciye kabuğunu üç hafta bekletince çok etkili bir temizleyici oluyormuş. bulaşık makinesinin parlatıcı gözüne sirke koyuyodum artık bunu koyuyorum. ama pek güzel kokmuyor o yüzden çamaşır ve yer silmeye kullanamadım. ikincisi üç ay beklemeyi gerektiriyordu. 300 gram limon / portakal ya da elma kabuğu + 1 litre su + 100 gram kahverengi şeker, bal ya da pekmez ya da sirke anası (ben önce beyaz şeker koydum, daha sonra sirke anasıyla yapınca gerçekten daha farklı, iyi bir sonuç elde ettim. zaten şeker de koysanız ancak içinde yeni ana oluştuğunda o enzim olmuş oluyor) bir pet/cam şişede karıştırılıyor, kapağı tam kapatılmıyor ve arada çalkalanıyor (hatta kapatmak değil gevşek bırakmak bile iyi fikir değil, en iyisi bir bez ya da peçeteyi lastikle ağzına kapatmak). üç ay sonra ev yapımı bulaşık/çamaşır/yer/fayans silme deterjanınız hazır! sıkı bir süzgeçle süzüp kullanınız. kabuklar da doğrudan fertilizatör olarak kullanılabiliyormuş.

başlarda pek -hiç- güzel kokmuyordu. çürük portakal. şimdi güzel de kokuyor bence. kullanırken suyla seyreltmek gerekiyor. tarifi şurada.

aylar sonra: evin her tarafında bunlar var, çamaşırda ve ev silmekte kullanmaya devam ediyorum. yalnız bulaşık makinesinde genelde iyi iş görse de bardakları matlaştırmaması için içinde çamaşır sodası çözülmüş su ile beraber kullanmak daha iyi bir fikir.

başta söylediğim iki derde üçüncü bir dert olarak bulaşık makinesinin suyunu bahçeye verebilmeyi de ekleyebilirim şimdi mesela (2014 senesinde 250 liraya çıkacak basit bir sistemle bu mümkün) ve piyasa deterjanlarındansa bu bahçe için çok daha emin bir yol. bir de şu evde elma sirkesi tarifini buldum. bu tarife bakılırsa benim yapıp durduğum şey bir nevi sirkeymiş! neyse, tabi elma sirkesi olarak da kurdum tabi hemen burda denildiği gibi halis balla. hadi hayırlısı.

bir de tabi resimdeki gibi doldurursanız o tepede kalan portakal elma kabukları küfleniyo. suya gömülü olmalı. bunun için de şişeyi ya ağzına kadar doldurmak ya da üstüne bir ağırlık koymak lazım. sürekli için için fokurdadığı için ağzına kadar doldurunca da taşıyo çünkü. ama sirke anası bir nevi kapak görevi de gördüğü için küflenme de pek olmuyor.