11 Aralık 2009 Cuma

Amargi Feminist Dergi’nin yeni sayısı


Amargi Feminist Dergi’nin yeni sayısının dosya adı ‘Son Kurtarıcı: Anne!’ imiş!

"Nükhet Sirman, “Cuma, Cumartesi ve Pazar Anneleri” yazısında bir yandan bir temsil olarak Anne’nin anneliği ne kadar zorlu, suçluluk ve yetersizlik duygusuyla yoğrulmuş bir deneyim haline getirdiğini anlatıyor. Zeynep Direk, “tuhaf” bir iktidar konumu olarak anneliği sorguluyor. Handan Çağlayan ve Esra Gedik, “demokratik açılım” momentini odaklarına alarak işte bu biçimleri tartışıyorlar. Handan Çağlayan, bu momentin tarihsel arka planını ve bu “açılım”ın içinde barındırdığı engelleri hatırlatıyor. Esra Gedik de benzer bir çerçeveden yola çıkarak, evlat acısının kamusal bir temsil mi yoksa özel bir acı mı olduğunu söyleyen temsilleri sorguluyor.

Sevi Bayraktar, yazısında “modern anne” ile “geleneksel anne”nin kadınlar tarafından nasıl güçlenme araçlarına dönüştürülebilen temsiller olduğunu gösterirken, Elif Ekin Akşit de benzer bir “içerden” bakışı, tıp teknolojisinin kurtarmaya soyunduğu kadınlarla ilgili olarak geliştiriyor. Burcu Mutlu tıbbi temsillerin sınıfsal ve etnik boyutuna dikkatimizi çekiyor, tıbbileştirmenin kadınların bedenleri üzerindeki iktidarın bir aracı olduğunu söylüyor.

Nilgün Öztunalı ve Özlem Kaya’nın yazıları, bir türlü kurtulamadığımız defteri, “yeterince iyi annelik” defterini yeniden açıyorlar. Arkadaşımız Semra Aslan, Öncel Naldemirci ile yaptığı söyleşide hemşirelik mesleğinin profesyonel bir bakım işi olarak annelikle bağlantılarını kuruyor. Selda Ustabaş, kadınlığın bir kategorisi olarak ele aldığı anneliğin kadınlar üzerinde ne türden baskılar yarattığını hatırlatıyor.

Dilek Şentürk’ün yazısı, “annenizin sizin için anlamını gösteren küçük bir hikaye anlatır mısınız” sorumuza verilmiş uzun bir yanıt gibi. Annelerle kızları arasındakinin nasıl zorlu bir ilişki olduğunu hep biliyoruz ama her bir hikaye, bu zorluğun farklı biçimlerini gösteriyor bize.

Sayfalarımızda Sevgili arkadaşımız Dicle Koğacıoğlu'nun sesini de duyacaksınız. Dicle, geçen Nisan ayında, Feminist Kadın Çevresi Ofisi'nde Nükhet Sirman'la birlikte "Namusu Tartışıyoruz" başlıklı bir söyleşide konuşmuştu. Okuyacağınız konuşmasında, namus meselesinin farklı kurumlarca "gelenek" üzerinden tanımlanarak kendine müdahale alanı açtığını, oysa namus cinayetini her konuştuğumuzda ırkı ve sınıfı düşünmemiz gerektiğini, kadın erkek ilişkiselliğinin aynı anda başka şekillerde, başka yerlerde. başka iktidarları meşrulaştırdığını ve ürettiğini, aynı kurumların kadın erkek ilişkilerini sürekli yeniden kurduğunu anlatmıştı…

1999’da kaybettiğimiz, arkasında hem tutkunun hem sabrın taştığı heyecan verici desenler bırakan Deniz Bilgin’in, Amargi sayfalarında, sözün sınırlarını hatırlatan bu ışıltılı ve korkutucu desenlerini göstermek istedik size. "Resimlerini öyle mükemmel dokudun ki nefes alamadın" diyen Ressam İnci Eviner, arkadaşı Deniz'le, onun desenleriyle konuşuyor. İç hesaplaşmasını ve resimlerini arkadaşının önüne sererek. Diyor ki: "Yalnız değiliz. Keşke bunu anlayabilseydin."


Şirin Tekeli, veda yazısıyla, Amargi okurlarını, geçtiğimiz Ağustos ayında kaybettiğimiz, Kadın Kütüphanesi'nin ve pek çok feminist çalışmanın emektarı Jale Baysal ile buluşturuyor.


Feminist politika tartışmalarına bu sayımızda da devam ettik. Özlem Kara "Adana'da Kadın Olmak" diyerek taşra konumuna itilmiş kocaman bir alanın özgünlüklerini ve burada politika yapma biçimlerini tartışıyor. Nil Mutluer ise, farklı deneyimlere sahip feministlerin ayrımcılık ve feminist olmakla ilgili deneyimlerini gösteriyor. Anne Koedt bir başka tartışma açıyor: Vajinal orgazm mitinin sadece kadınlık durumunu değil, feminist politikayı da nasıl sınırladığını düşündürüyor.

Fikir Takibi'nde, Şebnem Keniş, geçen sayımızdaki dosya konusunu takip ederek Boğaziçi Üniversitesi'nde, cinsel şiddete karşı kurumsal politikalar oluşturulması için yapılan çalışmaları anlatıyor. Şemsa Özar, IMF ve Dünya Bankası’nın İstanbul toplantısı vesilesiyle KEİG tarafından düzenlenen “Kadın – Kriz: Deneyimler, Politika Önerileri” toplantısını özetliyor bizim için.

Pınar Selek, birbirini takip eden iki ayrı deneyimin kapısını açıyor bize. "Dünyayı Değiştirmek İsteyen Feminist" Ellen Dietrich'le birlikte bir zaman tünelinin içine giriyoruz. Almanya'da savaş yılları, altmışların isyan hareketleri, sosyalist mücadele içinde keşfedilen feminizm, tüm acılara rağmen kaybedilmeyen heyecan, barış için dünyanın dört bir yanında yapılan eylemler ve hala heyecanla bakan gözler, durmayan ayaklar, işleyen kollar... Sonra ikibinli yılların Almanya'sındaki feminist günlük gazete "Aviva" çalışanlarından Yvonne de Andras’tan, 68'li yıllardan sonra feminist hareketin yaşadığı değişimleri, bugünkü durumunu ve deneyimlerini dinliyoruz.

Dergimizin kapak tasarımcısı Tennur Baş da bizi dünya alem içinde yepyeni bir tartışmaya sokuyor ve "örgü örmek devrimci bir pratik olabilir" diyor.

Arkadaşımız Esmeray'ın hayatı üzerine olan "Ben ve Nuri Bala" filmiyle 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En iyi ilk belgesel ödülü"nü alan yönetmen Melissa Önel ile Suzan Karaibrahimoğulu, Sema Kaygusuz'la ise, Sema Aslan konuştu.

Görsel söyleşi sayfasında Serpil Odabaşı'nın militarizm ve kadın konulu resimleri var. Çok çarpıcı, acıtıcı... sahici!

Bunları Yaşadık ve Dünya Alem'de, sizin için seçtiğimiz gelişmeleri not ettik. Bu coğrafyadan ve uzak diyarlardan..." imiş.

Yani bizlerin ve sevdiklerimizin de yazıları var.



Amargi Feminist Dergi
Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak No:16 Beyoğlu İstanbul
(0212) 251 01 54 (0212) 251 01 54
amargidergi@yahoo.com

8 Aralık 2009 Salı

al sevgilim anne ol bununla

saian'ın bi parçası

biraz irkiltmişti beni adı ama dinleyince beğeniyorum. dinledikçe daha da çok. saian'da öyle bişey var sanki zaten, ürkütücü isimler parçaların garipçe özetlenmiş halleri gibi. kaldır makineleri havaya da çok güzel...



sözleri şurda:
omzuma yaslan, sol tarafına düşsün en gerçek memleket
sana benden yadigar kalsın, akrep bir de yelkovan hepten
geçsin gitsin zamana boşver sen o sus pus kentime sığdın
tedbil mekanda ben sabitim, cebimde narin boyunlu kadın
katran gibi demlenmiş bir çay gibi karşılıklı içmek seni
her güne çıplak etinle başlama telaşı kokunla sersem tenim
boynunda vebal, koynumda yeşil yekpare elbisen ve sen
yorganın altına saklanmış yine sen bana sek gözyaşınla seslen
teninde durgun hüzünlü çıplak otorite gibi kıskanç kumral tan
bir gece 3 gibi birbirimizi kaybetmiştik hatta aynı bankta
beşiktaş ağladı ev yolumuzu gözledi sana ben sözvermiştim
sözümde durmadım üzdüm seni, sen bana bakma lanet herif!
hala sen ekmek fırınındaki onbeş yaşında kırılgan kız
kuyrukta bekler gelip, adın sanın benim canım o kız
kirpiklerinde anlam yüklenmiş sırça bir sicim
sen demek o sahafta göz ucuyla dinlendiğim huzur


[nakarat]

bizim gri rengi dudaklarımız olurdu ağlardık
yola çıkardım anneler doğardı semalar parlardı
sen bir türlü tebessüm etmezdin anlardım
sen bir gülsen gülmedin ki ben keyfimden ağlardım

akdeniz kadar büyürdü fevkalade gözlerin ve
boynundan yekpare dirhem dirhem elbisenle
bana masal gelirdi kesik kesik her soluk yüzümde
bana masal gelirdi kesik kesik her soluk yüzümde!!!

...

üfle şu kandile bitiversin gündüz korkma elimi tut
yüzüne yüzümü sürtüp başımı dizine gömsem geri dönüp...
sürgüne icabet etmek nimet, senden gelsin gelecekse
kağıtta harfler ıslak, havari morfin aşkın, göğsün çiçek
bir gün geldi ve göğü bi başka sevdi kara kurak topraklar
tam o gündü ecnebi bi kentte devrildi binalar
önümden modern çağın nesnesiyle geçtin gittin
gerinde sana bi parça beni bıraktı eylül bitti
her siyah beyaz fotoğraf şeffaf bi pencere
sol elin var hep yüzümde bana bi bukle külfet
her siyah beyaz fotoğraf yeşil şeffaf bi pencere
sol elin var hep yüzümde bana bi bukle küfret


[nakarat]

bizim gri rengi dudaklarımız olurdu ağlardık
yola çıkardım anneler doğardı semalar parlardı
sen bir türlü tebessüm etmezdin anlardım
sen bir gülsen gülmedin ki ben keyfimden ağlardım

akdeniz kadar büyürdü fevkalade gözlerin ve
boynundan yekpare dirhem dirhem elbisenle
bana masal gelirdi kesik kesik her soluk yüzümde
bana masal gelirdi kesik kesik her soluk yüzümde!!!

...


bittiğin bulvarda yağmur diner gözlerin başlardı
bittiğin gören her damla senden bir parçaydı
bittiğin gün elimden tutmuştun kalsaydın
bittiğin gün öldü sen doğurdun deniz çıldırdı

parça da buradan bulunabilir

anne iş'te


anne iş'te

"çalışan anneler ve çocukları için..

prof. dr. sabiha paktuna keskin’in tüm bilgi birikimini okuyucularıyla paylaştığı çöp çocuk serisi "anne iş’te" adlı kitapla devam ediyor. kitap, çalışan annenin çocuğu ile kaliteli zaman geçirebilmesine, ondan ayrı kaldığı zamanları hiç ayrılmamışçasına yaşamasına yardımcı olmaya çalışıyor. büyük bir ustalıkla kaleme alınan "anne iş’te" çocuklarını tanımak, neyi neden yaptığını anlamak isteyen ebeveynler için yanlarından ayıramayacakları bir başvuru kaynağı.."

imiş.
sanırım şurası da alakalı:
http://anneiste.blogspot.com/

selamlar

10 Ağustos 2009 Pazartesi

rolling stones'tan imkansız anneliğe...

what a drag it is getting old
"kids are different today,"
i hear ev'ry mother say
mother needs something today to calm her down
and though she's not really ill
there's a little yellow pill
she goes running for the shelter of a mother's little helper
and it helps her on her way, gets her through her busy day

"things are different today,"
i hear ev'ry mother say
cooking fresh food for a husband's just a drag
so she buys an instant cake and she burns her frozen steak
and goes running for the shelter of a mother's little helper
and two help her on her way, get her through her busy day

doctor please, some more of these
outside the door, she took four more
what a drag it is getting old

"men just aren't the same today"
i hear ev'ry mother say
they just don't appreciate that you get tired
they're so hard to satisfy, you can tranquilize your mind
so go running for the shelter of a mother's little helper
and four help you through the night, help to minimize your plight

doctor please, some more of these
outside the door, she took four more
what a drag it is getting old

"life's just much too hard today,"
i hear ev'ry mother say
the pusuit of happiness just seems a bore
and if you take more of those, you will get an overdose
no more running for the shelter of a mother's little helper
they just helped you on your way, through your busy dying day

18 Haziran 2009 Perşembe

annelik bilgisinin ağırlığının ve annevi kamuların ortaya çıkışının öznenin kim olduğuna ilişkin varsayımları naapacağına dair:
http://www.lancs.ac.uk/fass/sociology/papers/whythematernal.pdf

13 Mart 2009 Cuma

senin annen bir feministti yavrum

“En iyisi annenin büyütmesi”
İngiltere'deki bir araştırmaya göre, anneleri tarafından büyütülenler, gelişmişlik açısından başkalarının baktığı çocuklardan daha ileri.
DIŞ HABERLER SERVİSİ.
İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, anneleri tarafından büyütülen çocuklar gelişim testlerinde, anaokullarında, bakıcılar veya akrabalar tarafından büyütülenlere oranla daha başarılı oluyor. 2. sırada tanıdıklar geliyor.Uzman Penelope Leach liderliğindeki bir ekip tarafından 3 yaşına kadar çocuklar üzerinde yapılan araştırmada, anaokullarında bakılan çocukların sosyal ve duygusal gelişim açısından diğer yaşıtlarından geride kaldıkları belirlendi. Tanıdıkların bakıcılık yaptığı çocuklarınsa, anneleri tarafından büyütülenlerden daha geride, anaokuluna gidenlerden daha ileride olduğu görüldü.” (Milliyet, 3 Ekim 2005)

Yukarıdaki gazete haberi üzerine İlknur, Kadın Çalışmaları öğrenci ve mezunlarından oluşan bir e-grup olan Akademik Kadın Ağına (aka) 2005 yılının Ekim ayında aşağıdaki mesajı gönderdi:

“Pek çok çalışan annenin kendini suçlu hissetmek duygularıyla çıkmaza girdiğinden eminim, bugün ben bu duyguları çok derinden yaşıyorum. Çocuğunu başkaları ile paylaşmayı ve özellikle annelik kimliğinin her olumsuzluk karsısında yeniden ele alındığını, hem sorunun hem de çözümün sizde olduğu fikri etrafında bırakılmanın ne demek olduğunu ve neler hissettiğimi sizler anlayabilirsiniz ancak. Bana bu konularda söyleyecek sözü olan var mı, bugün buna çok ihtiyacım var.”
İlknur o günü şöyle anlatıyor:
“E-postama pek çok karşılık aldım. Hepsi beni o gün yaşadıklarım karşısında sakinleştirdi. Gelen teselli e-postalarının çoğu “kadın” gerçeğine yapılan erkek egemen bakış açısının “annelik” üzerinden yeniden nasıl kurgulandığına dair düşünceleri içeriyordu. Mesele kadının çalışması değil, çocuk bakım hizmetlerinin kurumsallaşmaması, bu konuda kadınların “devlet” desteğinden uzak tutulmaları idi. Ancak Didem’den gelen e-posta ise “annelik” kavramına daha başka yerlerden bakılması ihtiyacının olduğunu yansıtıyordu. Bir araya gelip, anneliğimizi konuşmalı idik.”

Bu çığlığı duyan 5-6 kişi, kalabalık bir e-grup olan aka’dan süzüldü. İlk buluşmada yaşadığımız heyecan inanılmazdı. İlknur, Gözde, Satı, Menekşe ve Didem. İlk gün gelemeyenler: Serap (loğusa), Ebru (oğlanı bırakacak yer bulamadı) ve biraz daha sonra katılan Reyhan…Heyecanla, sevinçle, huzurla, coşkuyla bu buluşmaların ve anneliğimizi konuşmanın bize iyi geleceğine karar verdik. Tartışma başlıkları çıkardık. Toplantılarda kayıt tutmaya karar verdik. Bizim çok arayıp da bulamadığımız cep kitapları yazmayı hayal ettik. “Bir gün belki bütün bunların bir filmini yaparız” dedik. Bir de baktık bir süre sonra “feminist anneler grubu” olmuştuk. Ayşe hemen bize bir e-grup oluşturdu. Sanki bir anı defteri yazacaktık da çocuklarımız bizi onu okurken tanıyacaktı. Ve ilk satır:

“senin annen bir feministti yavrum”

İlk toplantıda belirlediğimiz konu başlıkları şöyleydi:·
  1. annelikle birlikte yaşanan yalnızlaşma: sadece çocuklularla görüşmeye başlama; feminist arkadaşlıkların sekteye uğraması.
  2. “kadınsılaşma”: ev işlerine ayırdığımız zamanın ve verdiğimiz önemin artması.
  3. çocuğun cinsiyeti annelik deneyiminde ne gibi farklılıklara yol açıyor?
  4. eşlerle ilişki: onlar "süper baba", biz “şanslı kadınlar” mıyız?
  5. feministin kocası ve çocuğunun babası olmak nasıl bir şey?
  6. annelik/çocuk bakımı endüstrisi
  7. annelik/çocuk bakımı ideolojisi: tüm dünyada muhafazakarlık ve milliyetçilik yükselirken nasıl bir aile ve anne?
  8. "eyvah ne yapacağım?": oğlum maço/kızım feminist mi oluyor? benim yüzümden mi?
  9. suçluluk duygusu: yolunda gitmeyen her şeyde neden hatayı önce kendimde arıyorum?
  10. demoklesin kılıcı: çocuğa annen bakıyorsa…

    Grupta birbirini önceden tanıyanlar da vardı, yeni tanışanlar da; benzerlikler de farklılıklar da…Feminist olmak, kadın çalışmalarında okumuş olmak, otuzlu yaşlarda anne olmak, doğurmayı çok istemiş olmak ilk anda göze çarpan benzerliklerdi. Farklılıklarımıza gelince saymakla bitmez: mesut evlilikler, yeni boşananlar, ikinci baharında ikinci çocuğunu doğuranlar, evlat edinmek isteyenler, on çocuk sahibi olmanın hayalini kuranlar hatta…

    Kadın çalışmalarındaki deneyim ortaklığı şaşırtıcıydı. Okula kadınlık ve hayatla ilgili bir sürü soruyla gidip orada “şahane” bir şey bulacağımızı sanmıştık. Tabii ki bu yuva bir çok yerden daha sıcaktı. Ama yüzeydeki sıcaklık cinsellik, annelik, kız kardeşlik gibi derin mevzulara doğru gittikçe serinliyordu. Daha doğrusu bir suskunluk hali…Tabu muydu bu konular? Bizim feministler neden annelik üzerine bu kadar az yazmıştı? Radikal feministlerimizin az olmasından mı; yoksa tabuları yıkmak kolay olmadığından mı? Belki daha başka bir sürü neden…Aslında, Neşet Ertaş’ın deyimiyle, “biz kenardan gidelim/yol sizin olsun” demeye çalışacaktık. Elbette özel alanı yazmak kolay değil. Deneyimini yazarken ağlamayanımız neredeyse yok. Bizimki de bir heves işte. Anladık ki tek başına yaşadığımız güçlükleri birlikte yazarak aşabileceğiz.

    Annelik dünyası kaygı, yorgunluk, telaş, yalnızlık, suçluluk duyguları ile sarılmış. Yaşadığımız günlerde devasa çocuk bakım pazarı, “profesyonel” hatta “tıbbi annelik” akılları karıştırıyor. Bilimsel yaklaşımlar yaşananlardan bazen çok uzak olabiliyor. Geleneksel ve modern kadınlık arasında yaşanan sıkışmışlık haline bir de annelerimizle olan ilişkimizin sorgulanması eklenince Rosalind’in “Ah Şu Hain Kalplerimiz” kitabını tekrar okuduk. Aslında tüm anneler birbirine ve biz de annelerimize mi benziyorduk? Bu grupla birbirimize yol gösterecek, yüreklerimize su serpecek, sorunlarımıza çözüm bulacak, hatta feminist yazına bir katkı sağlayabilecek miyiz bilmiyoruz; ama yapabilmeyi yürekten istiyoruz.

    Bir ara gündelik dertler yüzünden grubu ihmal ettik. “Kendimiz için” yaptığımız bir çok şey gibi bu toplantıları da kolayca bir başka zamana erteleyebildik. Ama ayrılıklar da sevdaya dair. Çünkü bir araya gelmeyi başardığımızda öyle seviniyoruz ki. Burası çocuk maması ya da çişinin hoş/önemli/anlamlı bir konu olarak saatlerce konuşulabildiği yegane yer. Gözlerimizin içine bakarak, birbirimizden güç alarak, içimizden geldiğince, yargılanmak kaygısı taşımadan anneliği konuşabilmek çok güzel.

    Aksaklıklar elbette var. Sanal ortamın soğuk olduğunu fark edemeyip bir arkadaşımızı kırdık. Bir toplantıyı unutup arkadaşlarımızı kapıda beklettik. Yeni doğuran arkadaşımızı aylarca görmezden geldik. Tüm bunları fark edince çok şaşırdık ve üzüldük. Kimseden yardım almamayı, yalnızlığı, bencilliği ne çok kanıksamışız. Ama sanırım öğrendiğimiz en önemli şey dayanışmanın öğrenilebileceği. Daha çok yeniyiz. Yolun başındayız.

    Uzunca bir aradan sonra bir bahçede, masanın etrafında, çocuklarımız çevremizde dolaşırken, birbirimize/kendimize doyasıya vakit ayırıp sıradan yaşamlarımızı yazıya dökmeye çalıştık. İlknur bizim için bu yazının hamurunu mayaladı, sonra herkes kendi baharatını kattı ve sevgiyle yoğrulacağına inandığımız Pazartesi dergisine gönderiyoruz.

    Annelerimize…
    (bu yazı pazartesi dergisinin Ağustos-2006 sayısında yayınlandı)

ören bayan

daha önce de yazmıştım; genç bir kızken ev işlerini öğrenmemek için uğraştım: yemek, örgü, temizlik. hepsini değersizleştirdim gözümde. tüm özgür kadınlar da öyle yapar sanıyordum. 19 yaşımdayken sınıfımıza bizden daha yaşlı (!) bir kadın (o da 25 falan olmalı), öğrenci olarak geldi. hapisten yeni çıkmış, üniversite affıyla okula dönmüştü. evlenmiş, boşanmıştı. tanıdığım en “özgür” kadındı; ama örgü örüyordu. şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. hemen bu durumu sorgulamaya başladım. bana örgüyü hapiste öğrendiğini, orda herkesin örgü ördüğünü, örgünün ruha iyi geldiğini anlattı. peki hapse girmeden önce de örerler miydi?

bir gün, penelope’nin öyküsünü okudum. penelope, kocası savaştayken malına-mülküne-kendisine göz koyan taliplerini oyalamak için örgüye başlar. erkeklere, örgü bitince, içlerinden birini seçeceğini söyler. çilesi geceye kadar ördüklerini sabaha kadar sökmesi, aynı işi sürekli tekrar etmesidir. odysseus’a göre bu çile, penelope’nin sadakatidir. aslında çile, kadın işleriydi. örmek kadınların boynunun borcuydu. kadınları böylesine meşgul eden, tüketen işleri olmasa bir yere bağlanıp kalırlar mıydı? yoksa alıp başlarını, çocuklarını, şişlerini giderler miydi? sadakat neydi? tekrar etmek, iplere dolanmak, hep orda kalmak değil mi? zaten “özgür kadın” örse örse hapisanede örerdi.

ilk çocuğuma hamileyken ilk kez elime şişleri aldım. kocaman karnımla zaten bir yere gidemiyordum. kalmak kader gibi olunca örmek zorunlu galiba. bari işe yarar bir şey olmasın, nasıl olsa pek çok kadın onları yapacak diye bebeğe çanta örmeye başladım. kocaman, sâkil, cart pembe bir çanta ördüm. öyle beceriksizdim ki, çantayı omzuma takınca yere değiyordu. üreyen ip sıraları sevimliydi gerçekten. bir alttan bir üstten hep aynı deliğe batmak. örmenin verdiği mutluluk, huzur gerçekti.

örgünün arketipsel bir sembol olarak başka anlamları da olduğunu biliyorum şimdi; örümceklerin neden kadın olduğunu. örümcek kadının öpücüğü de ne şahane filmdir ya. örmesek peki, hayatları, kuşakları, insanları kim birbirine bağlayacak? bıraksak biraz dağınık kalsa! biz “kurtlarla koşmaya” gitsek...

11 Mart 2009 Çarşamba

süper kadın


anne olduğunuzda kariyer performansınızın düşeceğine dair bir sürü şey duyarsınız etraftan. yapacak o kadar çok iş vardır ki -hem de daha önceden hayal bile edemeyeceğiniz kadar çok- bir yandan hak verirsiniz bu tahmine. çocuk da yaparım kariyer de olsa olsa nil karaibrahimgilin bekar dünyasına ya da dankekin sekiz kekine özgü bir hayaldir herhalde. hele bir de yalnızsanız ve çok da paranız yoksa sizden ilgi talep eden şeyler çoğalır hayatınızda. sizdeki annelik halini gören size çocuklaşır bir anda...

içerde bebeğin ağlayan sesini duyduğunuzda ellerinizi giydiğiniz çıçıtlı süveterin iki yanından tutup açarken bulduğunuzda fark edersiniz bir anda: anaa ben süper kadın olmuşum ya!

süpermeni süpermen yapan sahne de, bence, takımelbisesini iki eliyle iki yana açıp içinden süpermen kimliğini çıkardığı sahnedir.

sonra hayatınızın başka yönlerinde de fark edersiniz bu işi. anneliğin gerektirdiği inanılmaz performansa ayak uydurmaya çalışırken bir bakarsınız daha önce yapamadığınız şeyleri de yapabiliyorsunuz.

bu elbette kariyeriniz için de geçerlidir. yaptığınız işi seviyorsanız hele de. ama ne biliyor musunuz? bence bunu çok yaymaya gerek yok! çünkü öbür türlü, zaten herkes sizden daha evin kızı olduğunuz için, abla olduğunuz için, gelin olduğunuzda birşeyler beklerken işyerinde de hem çok iş yapan hem de terfi yolu gözlemeyen çalışanlardan olduğunuz için giderek artan bir işyüküyle ve buna mukabil üç beş sırt sıvazlamasıyla karşılaşmanız zaten çok mümkün. bunlara bir de süper kadın olmanız beklentisini eklemeye ne gerek var!

süper kadınlıkları fark edilmeyen süper kadınlarla, ulus devletle ve savaşlarla alakalarıyla ilgili bir yazı: Ankara’nın Kılıkları: Boydanboya bir karşıkoyma
anne olunca anladım sitesine bağlantı

30 Ocak 2009 Cuma

doğumlar ve ölümler


ölümün hayattan beslendiği kadar hayatın da ölümden beslendiğini fark ettiğimde intihari eğilimlerim de değişti. önce tavan yaptı ve sonra azaldı. on beş sene oldu.

doğumla ölümün ne kadar birbirlerinden ayrılmaz olduğunu fark etmek için de bir on sene daha bekledim.

önce düşükler geldi. yazdım onları "kısır kadınlar ve profesyonel elit" diye bi makalede, yakında çıkıcak inşallah...

ben kafamda onlarla barışmaya çalışır ve bir ölçüde barışırken başka kadınların düşük, ölü doğum ve benzeri hikayeleri gelmeye başladı bana. çocuk doğunca temelli bıraktım galiba da, esas o erken noktada kendimi bir ben gibi hissetmeyi bıraktım esasında. bir cemaatin parçası gibi değil de bir patates gibi, mantar gibi, eklemli hissettim.

sonra başka hikayeler gelmeye başladı.
bebeği birkaç aylıkken annesi, babası ölen arkadaşlarım oldu ya da beni yeniden buldu. ve benim hamileliğim sırasında ve bebeğimin ilk yılında da sevdiklerim ardı ardına gitti.

döngü düşük bu sefer olmadığında da devam ediyordu.

bu ölüm hayat döngüsünü fark ettiğimde, içinde yuvarlandığım ve yuvarlanmaktan nefret ettiğim hızlı trafikle beraber sürüklenmek yerine yüksekçe bir yere çıkar bakarken bulmuştum kendimi. bu kulağa geldiği kadar süper bir hal değildi. daha çok popom açıkta gibi bir histi çünkü oraya çıkarken bir kalkanım yoktu. neyse, sonra bu nereye gittiğini bilemeden etraftan gelen emirler doğrultusunda herkesle beraber bodoslama gidilen yön yerine döngüsel hareketleri takip ettim. modernliğin banal bulduğu şeylerdi bunlar, tarım marım. bir adet döngüsü. ölümle yaşamı da burada birleştirmek mümkündü. reha çamuroğlu dönüyorduyu yeni yayınlamıştı ve bu kadar kurumsallaşmamıştı...

ulus baker hacının terakkisini de ekledi. hem ilerleyen ve hem de dönen bir hareketti bu. ulus baker de gitti sonra hamileliğimin ilerleyen aşamalarında.

ben hala alışabilmiş değilim ulusun, sevilayın, edibe teyzemin yokluklarına.
ama bebeğimin varlığına çok alıştım.
ikisi birbirinin parçası belki de ama aynı şey de değil işte.
kafam karıştı yani yine.

ve yine bodoslama gidiyor buluyorum kendimi bazen.
bu sefer yuvarlana yuvarlana...
doğumdu ölümdü derken modernlikle de barıştım zati
hem gitmek istediğin bir yer olduğunda
modernliğin yöntemlerinin yok karşısında...

bir de, ursula le guinin dediği gibi, şu resimdeki arkadaş hakkında:
bir çember oluşturmassak
çember olduğuuzda ölecek de olsak
hiç yaşamamış oluruz...

döngüsel hareketler bunlar labalaba lap lap lap!