13 Mart 2009 Cuma

senin annen bir feministti yavrum

“En iyisi annenin büyütmesi”
İngiltere'deki bir araştırmaya göre, anneleri tarafından büyütülenler, gelişmişlik açısından başkalarının baktığı çocuklardan daha ileri.
DIŞ HABERLER SERVİSİ.
İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, anneleri tarafından büyütülen çocuklar gelişim testlerinde, anaokullarında, bakıcılar veya akrabalar tarafından büyütülenlere oranla daha başarılı oluyor. 2. sırada tanıdıklar geliyor.Uzman Penelope Leach liderliğindeki bir ekip tarafından 3 yaşına kadar çocuklar üzerinde yapılan araştırmada, anaokullarında bakılan çocukların sosyal ve duygusal gelişim açısından diğer yaşıtlarından geride kaldıkları belirlendi. Tanıdıkların bakıcılık yaptığı çocuklarınsa, anneleri tarafından büyütülenlerden daha geride, anaokuluna gidenlerden daha ileride olduğu görüldü.” (Milliyet, 3 Ekim 2005)

Yukarıdaki gazete haberi üzerine İlknur, Kadın Çalışmaları öğrenci ve mezunlarından oluşan bir e-grup olan Akademik Kadın Ağına (aka) 2005 yılının Ekim ayında aşağıdaki mesajı gönderdi:

“Pek çok çalışan annenin kendini suçlu hissetmek duygularıyla çıkmaza girdiğinden eminim, bugün ben bu duyguları çok derinden yaşıyorum. Çocuğunu başkaları ile paylaşmayı ve özellikle annelik kimliğinin her olumsuzluk karsısında yeniden ele alındığını, hem sorunun hem de çözümün sizde olduğu fikri etrafında bırakılmanın ne demek olduğunu ve neler hissettiğimi sizler anlayabilirsiniz ancak. Bana bu konularda söyleyecek sözü olan var mı, bugün buna çok ihtiyacım var.”
İlknur o günü şöyle anlatıyor:
“E-postama pek çok karşılık aldım. Hepsi beni o gün yaşadıklarım karşısında sakinleştirdi. Gelen teselli e-postalarının çoğu “kadın” gerçeğine yapılan erkek egemen bakış açısının “annelik” üzerinden yeniden nasıl kurgulandığına dair düşünceleri içeriyordu. Mesele kadının çalışması değil, çocuk bakım hizmetlerinin kurumsallaşmaması, bu konuda kadınların “devlet” desteğinden uzak tutulmaları idi. Ancak Didem’den gelen e-posta ise “annelik” kavramına daha başka yerlerden bakılması ihtiyacının olduğunu yansıtıyordu. Bir araya gelip, anneliğimizi konuşmalı idik.”

Bu çığlığı duyan 5-6 kişi, kalabalık bir e-grup olan aka’dan süzüldü. İlk buluşmada yaşadığımız heyecan inanılmazdı. İlknur, Gözde, Satı, Menekşe ve Didem. İlk gün gelemeyenler: Serap (loğusa), Ebru (oğlanı bırakacak yer bulamadı) ve biraz daha sonra katılan Reyhan…Heyecanla, sevinçle, huzurla, coşkuyla bu buluşmaların ve anneliğimizi konuşmanın bize iyi geleceğine karar verdik. Tartışma başlıkları çıkardık. Toplantılarda kayıt tutmaya karar verdik. Bizim çok arayıp da bulamadığımız cep kitapları yazmayı hayal ettik. “Bir gün belki bütün bunların bir filmini yaparız” dedik. Bir de baktık bir süre sonra “feminist anneler grubu” olmuştuk. Ayşe hemen bize bir e-grup oluşturdu. Sanki bir anı defteri yazacaktık da çocuklarımız bizi onu okurken tanıyacaktı. Ve ilk satır:

“senin annen bir feministti yavrum”

İlk toplantıda belirlediğimiz konu başlıkları şöyleydi:·
  1. annelikle birlikte yaşanan yalnızlaşma: sadece çocuklularla görüşmeye başlama; feminist arkadaşlıkların sekteye uğraması.
  2. “kadınsılaşma”: ev işlerine ayırdığımız zamanın ve verdiğimiz önemin artması.
  3. çocuğun cinsiyeti annelik deneyiminde ne gibi farklılıklara yol açıyor?
  4. eşlerle ilişki: onlar "süper baba", biz “şanslı kadınlar” mıyız?
  5. feministin kocası ve çocuğunun babası olmak nasıl bir şey?
  6. annelik/çocuk bakımı endüstrisi
  7. annelik/çocuk bakımı ideolojisi: tüm dünyada muhafazakarlık ve milliyetçilik yükselirken nasıl bir aile ve anne?
  8. "eyvah ne yapacağım?": oğlum maço/kızım feminist mi oluyor? benim yüzümden mi?
  9. suçluluk duygusu: yolunda gitmeyen her şeyde neden hatayı önce kendimde arıyorum?
  10. demoklesin kılıcı: çocuğa annen bakıyorsa…

    Grupta birbirini önceden tanıyanlar da vardı, yeni tanışanlar da; benzerlikler de farklılıklar da…Feminist olmak, kadın çalışmalarında okumuş olmak, otuzlu yaşlarda anne olmak, doğurmayı çok istemiş olmak ilk anda göze çarpan benzerliklerdi. Farklılıklarımıza gelince saymakla bitmez: mesut evlilikler, yeni boşananlar, ikinci baharında ikinci çocuğunu doğuranlar, evlat edinmek isteyenler, on çocuk sahibi olmanın hayalini kuranlar hatta…

    Kadın çalışmalarındaki deneyim ortaklığı şaşırtıcıydı. Okula kadınlık ve hayatla ilgili bir sürü soruyla gidip orada “şahane” bir şey bulacağımızı sanmıştık. Tabii ki bu yuva bir çok yerden daha sıcaktı. Ama yüzeydeki sıcaklık cinsellik, annelik, kız kardeşlik gibi derin mevzulara doğru gittikçe serinliyordu. Daha doğrusu bir suskunluk hali…Tabu muydu bu konular? Bizim feministler neden annelik üzerine bu kadar az yazmıştı? Radikal feministlerimizin az olmasından mı; yoksa tabuları yıkmak kolay olmadığından mı? Belki daha başka bir sürü neden…Aslında, Neşet Ertaş’ın deyimiyle, “biz kenardan gidelim/yol sizin olsun” demeye çalışacaktık. Elbette özel alanı yazmak kolay değil. Deneyimini yazarken ağlamayanımız neredeyse yok. Bizimki de bir heves işte. Anladık ki tek başına yaşadığımız güçlükleri birlikte yazarak aşabileceğiz.

    Annelik dünyası kaygı, yorgunluk, telaş, yalnızlık, suçluluk duyguları ile sarılmış. Yaşadığımız günlerde devasa çocuk bakım pazarı, “profesyonel” hatta “tıbbi annelik” akılları karıştırıyor. Bilimsel yaklaşımlar yaşananlardan bazen çok uzak olabiliyor. Geleneksel ve modern kadınlık arasında yaşanan sıkışmışlık haline bir de annelerimizle olan ilişkimizin sorgulanması eklenince Rosalind’in “Ah Şu Hain Kalplerimiz” kitabını tekrar okuduk. Aslında tüm anneler birbirine ve biz de annelerimize mi benziyorduk? Bu grupla birbirimize yol gösterecek, yüreklerimize su serpecek, sorunlarımıza çözüm bulacak, hatta feminist yazına bir katkı sağlayabilecek miyiz bilmiyoruz; ama yapabilmeyi yürekten istiyoruz.

    Bir ara gündelik dertler yüzünden grubu ihmal ettik. “Kendimiz için” yaptığımız bir çok şey gibi bu toplantıları da kolayca bir başka zamana erteleyebildik. Ama ayrılıklar da sevdaya dair. Çünkü bir araya gelmeyi başardığımızda öyle seviniyoruz ki. Burası çocuk maması ya da çişinin hoş/önemli/anlamlı bir konu olarak saatlerce konuşulabildiği yegane yer. Gözlerimizin içine bakarak, birbirimizden güç alarak, içimizden geldiğince, yargılanmak kaygısı taşımadan anneliği konuşabilmek çok güzel.

    Aksaklıklar elbette var. Sanal ortamın soğuk olduğunu fark edemeyip bir arkadaşımızı kırdık. Bir toplantıyı unutup arkadaşlarımızı kapıda beklettik. Yeni doğuran arkadaşımızı aylarca görmezden geldik. Tüm bunları fark edince çok şaşırdık ve üzüldük. Kimseden yardım almamayı, yalnızlığı, bencilliği ne çok kanıksamışız. Ama sanırım öğrendiğimiz en önemli şey dayanışmanın öğrenilebileceği. Daha çok yeniyiz. Yolun başındayız.

    Uzunca bir aradan sonra bir bahçede, masanın etrafında, çocuklarımız çevremizde dolaşırken, birbirimize/kendimize doyasıya vakit ayırıp sıradan yaşamlarımızı yazıya dökmeye çalıştık. İlknur bizim için bu yazının hamurunu mayaladı, sonra herkes kendi baharatını kattı ve sevgiyle yoğrulacağına inandığımız Pazartesi dergisine gönderiyoruz.

    Annelerimize…
    (bu yazı pazartesi dergisinin Ağustos-2006 sayısında yayınlandı)

ören bayan

daha önce de yazmıştım; genç bir kızken ev işlerini öğrenmemek için uğraştım: yemek, örgü, temizlik. hepsini değersizleştirdim gözümde. tüm özgür kadınlar da öyle yapar sanıyordum. 19 yaşımdayken sınıfımıza bizden daha yaşlı (!) bir kadın (o da 25 falan olmalı), öğrenci olarak geldi. hapisten yeni çıkmış, üniversite affıyla okula dönmüştü. evlenmiş, boşanmıştı. tanıdığım en “özgür” kadındı; ama örgü örüyordu. şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. hemen bu durumu sorgulamaya başladım. bana örgüyü hapiste öğrendiğini, orda herkesin örgü ördüğünü, örgünün ruha iyi geldiğini anlattı. peki hapse girmeden önce de örerler miydi?

bir gün, penelope’nin öyküsünü okudum. penelope, kocası savaştayken malına-mülküne-kendisine göz koyan taliplerini oyalamak için örgüye başlar. erkeklere, örgü bitince, içlerinden birini seçeceğini söyler. çilesi geceye kadar ördüklerini sabaha kadar sökmesi, aynı işi sürekli tekrar etmesidir. odysseus’a göre bu çile, penelope’nin sadakatidir. aslında çile, kadın işleriydi. örmek kadınların boynunun borcuydu. kadınları böylesine meşgul eden, tüketen işleri olmasa bir yere bağlanıp kalırlar mıydı? yoksa alıp başlarını, çocuklarını, şişlerini giderler miydi? sadakat neydi? tekrar etmek, iplere dolanmak, hep orda kalmak değil mi? zaten “özgür kadın” örse örse hapisanede örerdi.

ilk çocuğuma hamileyken ilk kez elime şişleri aldım. kocaman karnımla zaten bir yere gidemiyordum. kalmak kader gibi olunca örmek zorunlu galiba. bari işe yarar bir şey olmasın, nasıl olsa pek çok kadın onları yapacak diye bebeğe çanta örmeye başladım. kocaman, sâkil, cart pembe bir çanta ördüm. öyle beceriksizdim ki, çantayı omzuma takınca yere değiyordu. üreyen ip sıraları sevimliydi gerçekten. bir alttan bir üstten hep aynı deliğe batmak. örmenin verdiği mutluluk, huzur gerçekti.

örgünün arketipsel bir sembol olarak başka anlamları da olduğunu biliyorum şimdi; örümceklerin neden kadın olduğunu. örümcek kadının öpücüğü de ne şahane filmdir ya. örmesek peki, hayatları, kuşakları, insanları kim birbirine bağlayacak? bıraksak biraz dağınık kalsa! biz “kurtlarla koşmaya” gitsek...

11 Mart 2009 Çarşamba

süper kadın


anne olduğunuzda kariyer performansınızın düşeceğine dair bir sürü şey duyarsınız etraftan. yapacak o kadar çok iş vardır ki -hem de daha önceden hayal bile edemeyeceğiniz kadar çok- bir yandan hak verirsiniz bu tahmine. çocuk da yaparım kariyer de olsa olsa nil karaibrahimgilin bekar dünyasına ya da dankekin sekiz kekine özgü bir hayaldir herhalde. hele bir de yalnızsanız ve çok da paranız yoksa sizden ilgi talep eden şeyler çoğalır hayatınızda. sizdeki annelik halini gören size çocuklaşır bir anda...

içerde bebeğin ağlayan sesini duyduğunuzda ellerinizi giydiğiniz çıçıtlı süveterin iki yanından tutup açarken bulduğunuzda fark edersiniz bir anda: anaa ben süper kadın olmuşum ya!

süpermeni süpermen yapan sahne de, bence, takımelbisesini iki eliyle iki yana açıp içinden süpermen kimliğini çıkardığı sahnedir.

sonra hayatınızın başka yönlerinde de fark edersiniz bu işi. anneliğin gerektirdiği inanılmaz performansa ayak uydurmaya çalışırken bir bakarsınız daha önce yapamadığınız şeyleri de yapabiliyorsunuz.

bu elbette kariyeriniz için de geçerlidir. yaptığınız işi seviyorsanız hele de. ama ne biliyor musunuz? bence bunu çok yaymaya gerek yok! çünkü öbür türlü, zaten herkes sizden daha evin kızı olduğunuz için, abla olduğunuz için, gelin olduğunuzda birşeyler beklerken işyerinde de hem çok iş yapan hem de terfi yolu gözlemeyen çalışanlardan olduğunuz için giderek artan bir işyüküyle ve buna mukabil üç beş sırt sıvazlamasıyla karşılaşmanız zaten çok mümkün. bunlara bir de süper kadın olmanız beklentisini eklemeye ne gerek var!

süper kadınlıkları fark edilmeyen süper kadınlarla, ulus devletle ve savaşlarla alakalarıyla ilgili bir yazı: Ankara’nın Kılıkları: Boydanboya bir karşıkoyma
anne olunca anladım sitesine bağlantı