21 Nisan 2013 Pazar

aradığım o lezzet

sofrada bilimsel bilgi ve geleneksel bilgi yazısında biraz girmiştim: endüstriyel ağların dışında bir yeme içme ağı ve kültürü mümkün mü sorusuna... işbölümünü yemek yapan erkeklere bağladığım yazıda da biraz girdim: yerel kültürün "kabalığını" değil sıklıkla bakmadan geçtiğimiz inceliklerini fark etmek ve çoğaltmak işine.

doğal bilinçli beslenme ağı bana böyle bir alan sundu. ne yalan söyleyeyim piyasa ürünlerini övmek için piyasa tarafından beslenen dergiler doğallık ve bilinç işlerini öve öve bitirilemezken  içini  de boşaltılmış olduklarından aradığım şey olduğunu düşünmedim öyle hemen.

aradığım şey de şuydu: dağda bayırda serbest dolaşan yani kendi hayatlarını yaşayan yerli tavuklara, ineklere, onların ürünlerine, yerli buğdaya, domatese bu dolaşma işi bundan hızlı ve çok kar elde etmeyi uman şirketlerin eline geçmeden ulaşıp, karşılığında da kendimizden bişeyler veremez miyiz? bu illa taşınıp gitmeyi, kendi çiftliğini kurmayı gerektirmek zorunda mı? tavuktan buğdaydan söz ediyoruz yahu, gündelik kalıplarımızı kırsak, biraz zamanımız ve bir arka bahçemiz olsa oracıkta olabilecek bir tarafı da var. bu işler kolay olduğundan değil, ama mümkün olduğundan. köylüler ve köyle bağlantısı olanlar bunu gündelik olarak yaptığından ve şehirliler bir yandan buna tepeden bakarken bir yandan organiğe ulaşmak arasında sıkışıp kaldığından...

tabi biraz internet araştırması ve ipek hanımın çiftliği gibi daha popüler olmuş güzel örneklerle buna yakın ihtimallerin varlığı kendini gösteriyor. gerçi çiftliğin sahibi pınar hanım bırakıp gitme akımına bir örnek, ama gönderdiği haftalık e-postalar şiirsel ve neşeli. üstelik aracısız doğal ürün ağı (ADA) gibi dbb üreticilerinin bazılarının da üye olduğu başka ağlar da mevcut.

gerçi ben de biraz temkinliyim galiba bu işlerde. çok püritan bi yere doğru kolayca sürüklenen bir tarafı var. mesela kendi yaptığının en doğrusu olduğundan en ufak bir şüphesi olmayan çevreciler de bana mutlak zıtlarından, yani tozsuz bir evin tek ihtimal olduğunu düşünen ev hanımlarından daha az obsesif görünmüyor. üzgünüm ama doğal beslenme fiksasyonlu anne bloglarında da bunun en süper örneklerini görebiliyoruz. (amarginin mutfak sayısı  ve 26. sayısında da bu tartışma var) sanırım burada anahtar kelime korku: toz canavarları ya da endüstri ürünleri, ölüm... eğer bişeyi yaptıran korkuysa kıllanıyorum. şöyle örnek vereyim: organik pazarda beraber dolaştığım arkadaşım sodasan tezgahının önünden geçerken ben bunu kullanıyorum iyi dedi. ben de aldım elime içindekileri okumaya başladım. bana baya kimyasal gözüktü ama yine de bi deneyecektim ki satan kadın "diğer ürünleeer çok zararlıııı sağlıksııız" falan demeye başladı. ossaat attım elimden deterjanı, bana kendisi de kimyasal olan başka bir deterjanı öbüründen korkutarak satmaya niyetlendiği için. ben yine üşenmeyip enzim yapayım en iyisi.

ama neyse ki dbb ağı, ve özellikle de ankara'nın güzeller güzeli bir köyü olan güdül'ün tahtacıörencik köyünde kurulan tahtacıörencik doğal yaşam kolektifi, hem pazar sabahları organik pazarın yanına hafif korsan olarak kurulan köylü pazarındaki ulaşılabilirliğiyle (köylü pazarı artık müstakil ve perşembe günü ayrancı pazarında), sadece kolektiflerle değil köylülerle de olan bağıyla, ve bizzat tahtacıörencik köylüleri tarafından sahiplenilmesiyle, hem internet dolayısıyla gayet iyi örgütlenmiş olması sebebiyle (tahtacıörencik gibi bağlantısı olmayan üreticilerin internet bağı siz de olabilirsiniz), hem üreticilere eklenmenin kolay ve hem de sertifikayla falan değil karşılıklı güven duygusuyla işlemesiyle "aradığım o lezzet." reklamın gündelik hayattan çaldığı anlamları geri almak iyi.

işbölümü meselesi

bu mesele özellikle çalışan çiftlerin çalışmayan evliliklerinin kökünde gibi. eve giren para denk ama yapılan iş denk değil. üstelik çalışmayan bir kadının yaptığı iş de eve gelen paraya denk değil, özellikle evde bebek varsa... üstelik çalışan insanın çalışmadığı zamanlar oluyor ama çalışmayan kadınların evişi yapmadığı zaman olmuyor. her iki durumda da oturup konuşup çalışan bir işbölümü planı çıkarmak elzem. ama bunun bir yardım planı değil evimizin işini beraber yapma planı olması icabediyor.

kulağa ütopik geliyor. ama mutlak bir eşitlik aranmadığında, nezaket dünyasından çıkılmadığında o kadar da imkansız değil. üstelik arada bir çıkılsa bile :p

bizim çözümümüz bir işbölümü planıyla oldu. yaptığımı düşündüğüm işleri, bunlara kaç saatimin gittiğini, kaçını yapmamayı tercih edeceğimi, hangilerinin eşim tarafından alınmasını istediğimi, hangilerinin benim için daha zor hangilerinin daha kolay olduğunu yazdım. eşime sence bunlar doğru mu, adil mi, ne diyosun diye verdim. o da bu karmaşık tabloyla daha fazla birşey yapmadı. ama daha önce bir türlü bu netlikte iletemediğim mesajı da aldı. belki de böylesi de daha iyi oldu. ama başka örnekler de varsa da duymak isterim :)

bu gözle bakınca, etrafta evişi yapmaktan gocunmayan erkeklerin ne kadar çoğunun zamanla daha çok yemek yapma işini devraldığını ve bunu iyi de yaptığını görüyorum. gerçi bazı ailelerde de aslında gayet güç isteyen mr muscle bir iş olan ve erkeklikle de özdeşleşebilecek temizlik işlerinin devralındığını da gözlemledim. o bana daha mantıklı gelmişti. aşçıbaşı figürünün kadınların kamusallığına yönelik kısıtlılıkla ilgili olduğunu düşünmemden ve tabi bunun da altında yatan babamın yemek yapmakla pek arasının olmamasından sanırım. -gerçi annemin olmadığı bir yaz boyunca, dışarda yemediğimiz zamanlarda fasülye, patlıcan salatası ve salata yemiştik ki tadı hala damağımda. halbuki etrafımızda yemek yapmaktan hoşlanan erkekler, babalar ve oğlan çocukları yok değildi ve güzel de yapıyorlardı bu işi, zevk aldıkları için yaptıklarından mıdır nedir...  üstelik şimdikilerle birleştirince bu yemekler daha çok erkek işi olarak görülen mangal stili yemekler de değil... gerçi mangal geleneği de önemli. kebabın erkeklerin yaptığı bir yemek olduğu ve hergünkü yemeklere dahil olduğu bir kültürde erkekler yemek işine daha dahil. diyelim urfada adamlar öğle yemeğinden akşam yemeği konuşmaya başlıyorlar. yaşasınlar.

kadınların cemaati meselesi ve çocuklar

çocuksuz toplantılar benim feminist anneler grubunda en sevmediğim fikir.
başından beri de var. çocuklarla uğraşmaktan konuşamadığımız için -ki kısmen doğru- çocuksuz toplanma çağrıları. ayaküstü 1-2 buluşma hariç gerçekleştiğini görmedim gerçi. çoğunlukla sayemde. ama şimdi böyle yazdım diye grup dışı kalmaktan hoşlandığım sanılmasın. ama benimki de bir çeşit mücadele galiba.

yani tamam anneler topluluğuyuz diye sadece anne olmak çocukları her yere götürmek zorunda değiliz. ama biz bir de destek ağlarından oldukça mahrum ve çalışan bir anne topluluğuyuz? üstelik çocuklarla beraber dolaşım annelik ve kamusallık işlerinde zurnanın zırt dediği yer:

geçen aynur demirdirek'in kadınlar dünyası dergisinin yüzüncü yılı sebebiyle odtü'de yaptığı konuşmaya 3 yaşındaki oğlumla gittim. fazla dinleyemesem de gerekirse çıkarız dinlediğim de kardır diye düşünüyodum. neyse ki oğlan aynur'un sakinliğinin etkisine girdi yine ve önce sakin sakin dinleyip sonra da uyudu.

konulardan bir tanesi de dergi yazıhanesinin aynı zamanda bir toplantı ve buluşma mekanı olması idi. çıkışta aynur "yalnız bir duyuru vardı, o da on yaşından küçük çocuklarınızı konferansa yanınızda getirmeyin idi" dedi.

isyeaannn

neyse ki aynur oğlanla beraber geldiğimize memnun olmuştu, kimsenin de bir şikayeti yoktu. üstelik kadınlar dünyasının yazıhanesine çocuklarıyla gidiyormuş kadınlar (nezihe'mle gitmiştim diye yazmış biri.) ama umumi konferanslar cemiyeti'nden verilmiş bir duyuruda teali-i nisvan cemiyeti'nin iştirak ve desteğiyle düzenlenen celal nuri bey tarafından verilecek "islamiyette kadın" başlıklı bir konferans duyurulurken "on yaşından daha küçük çocukları beraber getirmemeleri hanımefendilerden suret-i mahsusada rica olunur" denilmiş. (kadınlar dünyası 36. sayı, sağol aynur). demek kadınlar kendi aralarında yine çocuklu toplanabiliyorlarmış ama celal nuri beyin konsantrasyonu bozuluyormuş! aklıma yine ursula le guin'in kadınlar rüyalar ejderhalar'ında çok sevdiğim bayan brown yazısı geliyor, kadın yazarların mutfakta yemek pişirir çocuklar koştururken de yazmaları ama erkeklerin bütün hayhuydan ve angaryalardan uzakta, yalnız ve mağrur yazabilmeleri. bu çeşit bir erkek yazar kamusallığı hala alanı domine etse de bunda özenilecek birşey göremiyorum ben de le guin gibi. kadınlar da  kamusallığı kadınların olmadığı yerden çocukların -ya da mutfağın- olmadığı yere çektiklerinde bence iyi bir pazarlık yapmıyorlar. elitizmle malul halkevlerinin (!!) de büyük sorununun bu olduğunu yazmıştım: hem kadınları çekmek için uğraş hem gelmiyolar diye azarla hem de çocuk getirmeyi yasakla??!!

feminist anneler bir halkevi olmasın!! kendilerini caminin yerine koymaya çalışırken ve kadınların katılımı konusunda camilerden çok daha iddialı takılırken kadınların çoluklarıyla çocuklarıyla gayet de rahat ettikleri kadınlar kısmına sahip camilerin yanına bile yaklaşamamışlardı ne de olsa! özellikle hacıbayram gibi merkezi yerlerdeki camilerin kadınlar kısımları kadınların taciz edilmeden ve para harcamadan çocuklarıyla birlikte mola verebilecekleri, bebelerini emzirebilecekleri yerler. kocaman ve bomboş bir alanda koşturmanın daha büyük çocuklara verdiği zevk de cabası.

gerçi bu sorun sadece feminist anneler gibi zaten kamusal alanda varlık gösteren kadınların sorunu da değil. islamda kadınların cemaati meselesi başlıbaşına bir mesele. kadın imam meselesinde vücut bulan bir mesele mesela: çünkü sorun sadece kadınların erkeklere imam olup olamayacağı değil, kadınların birbirlerine de imam olup olamayacağı sorusu. bu soruya farklı mezhepler farklı yaklaşıyor. birçoğunda kadınlar kadınlara imam olabiliyor ama diğerleriyle aynı hizada duruyor. bence makul. iran'da da yakın zamanda bu yönde genel bir fetva çıktı -daha doğrusu kadınların imamlığının üstündeki yasak kalktı. ama hanefilikte kadınların kadınlara imamlık yapmasına izin yok mesela. kadınlar biraraya bile gelseler eğer bir erkek imama uyamayacaklarsa yalnız namaz kılıyorlar. hatta kadınların arkada, ya da kadınlara ayrılan bir yerde bile cemaate katılsalar cemaate katılmalarının hayırlı olup olmayacağı bile tartışma konusu. camide bütün kadınlar imama uyup birlikte saf tutarlarken neredeyse aynı anda ama biraz daha ötede ve ortak ritmden kopuk olduğunun altını çizerek namaz kılan kadınlara da rastlamışlığım var. bu da kadınların cemaatinden hayır gelmez mealinde bir hadise, bu hadis ise kadınlar cemaat olurlarsa çoluklarını çocuklarını ihmal edebilirler durumuna dayanıyor sanırım. hadisin sahih olduğu söyleniyor ama bağlamını bulamadım (şurada bu tartışmanın bir nevi özeti bulunabilir). bu haliyle islam gibi cemaat temelli bir dinden, tarih içinde farklı zamanlarda daha az eğitimli olmaları sebebiyle imamın yokluğunda namaz kılamayacak olan kadınları ihmal etmemiş olmasını beklerim. zaten hz. muhammed'in bazı eşleri da başka kadınlara namaz kıldırıyor. tüm bu tartışmanın sıcaklığına rağmen kamusal alanla malul olmayan dindar kadınlar daha iyi çözümler bulabiliyor. örneğin kadınlararası islami sohbetlere kadınlar çoluk çocuk gidiyor o çocuklar da bir şekilde çokluk içinde idare ediliyor.

türkiye'de dindarlık kitabında öne çıkan, bu tartışmadan laik olduğu için bağımsızmış gibi görünen, ama aslında aynı yere dönen, gösterişten uzak olmak için yalnız namaz kılan bir laik kadın figürü vardı. orada adeta laikliğin dayattığı bireysellik ve dindarlığın dayattığı cemaatçilik arasında bir çözüm gibi bir yerde ama benim içimi acıttı. laiklik bireyselliği dayatırken de ne kadar gizli bir cemaat yaratıyor, ve bu cemaatin kararları tartışmaya açıkça cemaatçilik yapılan yerlerde olduğundan çok daha kapalı çünkü cemaat aslında yokmuş gibi! camide namaz vakti herkes beraber saf tutarken yalnız kalan kadın gibi laik olduğu için dinini yalnız yaşaması gerektiğini düşünen bir kadın da bu sefer başka bir cemaatten korktuğu için kendini tecrit ediyor. dışlanma korkusuyla yalnız kalmak! bazı laik müslümanların da cemaat bazı içi hanefi kadınların da ortak kaderidir belki... ama dedim ya benim gördüğüm cemaatlere eklemli kadınlar, cemaat bu konularda ne kadar muhafazakar olursa olsun genellikle kendilerince bir cemaat oluşturuyorlar. diğer grup, yani ilk bakışta kendi kendilerine yarattıkları intibası uyandıran bir tecrit yaşadığını gördüğüm kadınların çoğuysa -ki zaman zaman dahil olduğum oldu bu gruba- belli bir kamusal hayat tecrübesi yaşayan ya da yaşamış -emekli vs- kadınlar. dışlanma korkusu çok şiddetsiz görünen ortamlarda da olabiliyor o yüzden  korku diye adlandırmak yerine gösterişten uzaklık diye adlandırmak işlerine de gelmiş olabilir.... bu izolasyonu yaşayanlar daha çok ununu elemiş eleğini asmış, ya da ununu elemeden eleğini asmış, zaten oldukça yalnız yaşayan kadınlar bir de. yani çolukluluk çocukluluk gibi kendilerini yalnızlaştırıyor gibi görünüp aslında en azından mecburiyetten onları farklı farklı cemiyetlere eklemleyen durumlardan da bir nevi yoksunlar. üstelik kamusallığın kendine özgü bir elitizmiyle de malul olmadıklarından emin değilim. yani kimseyi kendileri gibi görmedikleri için kimseye karışamıyor gibi de olabilir bir grup. "gösterişten uzaklık" iddiasında böyle bir eleştiri var zaten. bu noktada dışlanma korkusuyla kibir de bir madalyonun iki yüzü gibi, iki ayrı ihtimal değil birbirini tamamlayan iki ayrı duygu... kibrin böyle çelişik bi tarafı var, hem kimseyi beğenmiyor, hem sürekli onay istiyorsun...

sadece elitizm değil kamusallığın bahşettiği bir karışamama hali, bir donukluk da var bu kimsenin kolay kolay bende yok diyemeyeceği, kafadan bende yok diyenlerin de baştan ismini listeye yazdıracağı modern kibirde. ilginç aslında, kendileriyle en yalnız kalamayıp tefekkür için gerekli yalnızlaşmayı yaşayamayanlar da belki bu kadınlar. bu sesler kafasında olmadığında cemaatle bile yalnız, onay aradığı bu diğer sesler kafasında olduğundaysa yapayalnızken bile kalabalık olabiliyor insan... bir kadına yalnız kalma hakkı vermeyen ev, aile, cemaat, arkadaşlar, onu yapayalnız bıraktıklarında bile kafasını meşgul etmeye devam edebiliyorlar... yani bir önceki paragrafta belirttiğim hayali cemaat, tam da kalabalıklığıyla yalnızlaştırıp donuklaştırabiliyor birini:  sevgili dostum ligea ile az konuşmadık kamusal cemiyette lider pozisyonuna gelen annelerin günde yüzlerce kere anneleri tarafından kucaklanan, öpülen, onaylanan çocukların aldıklarının birini bile verirken kırk kere düşündüklerini. veremez olduklarını. kendimizden bilerek. bu yüzden annelik feminizmin en kilit meselelerinden biri, bazı kuşaklar çocuksuzluğu feminizmin şartı olarak görüyor, çocuk bakımının da diğer ev işleri gibi eşit bir şekilde bölüşülebileceğini, hatta bazıları tamamen havale edilebileceğini düşünüyor. belki feministlerin baktıkları en son yer olan köy ve güvendikleri en son kişi olan kaynana ve çocuk bakım pratiği tarihlerinden varolan ürkünç senaryolara alternatif çıkabilir... her halükarda elbette bölüşülebilir, ama özellikle emzirirken, iki sene anne nerede biter bebek nerede başlar kim biliyor? kreş süper bir destek ama üç yaşından önce başlamak pek anlamlı değil ve o üç sene kimin bakacağı, nasıl paylaşılacağı gerçek bir muamma. üstelik sadece kamusal alanda çalışan kadınların muamması da değil, annesi adeta ruhani bir lider olan bir başka arkadaşım da aynı dertten mustarip. yani kamusallığın dini imanı yok! ve şu çoluk çocuğun ihmali meselesine de öyle kestirip atarak bakmak kolay değil.

kamusallıkla cemaati de bir tutmak problemli elbet. kamusallık 18. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bir kavram ve aklın soyutlamalarıyla ayakta duruyor. erkek aklın koşturduğu kocaman ve bomboş ama soyut bir alan. bu soyutlamalar da kadınlardan ve dinden, ve hatta bu kadarıyla bile söylenmeyen şekliyle çocuklardan ve delilikten. delilikle ilgili soyutlamalarla uğraşanlar var elhamdülillah (fuko olsun dölöz olsun). ama çocuklarla ilgili soyutlamalar havada hala...  ve kadınlarla ilgili meseleyi doğrudan etkilemesine rağmen doğrudan tartışıldığı da pek söylenemez. üstelik feminizmin kendi seçkinciliklerini de tartışmak için uygun bir alan bu. feministlerin önemli bir kısmı da diğer cumhuriyet elitleri gibi sınıfsal, dini ve çocuklarla ilgili bir tepeden bakıştan muzdaripler ve özellikle de bunların kesiştikleri kümelerde yer alan kadınlara karşı girişilen öğreten adam tavrı da pek yardımcı olmuyor: "o kadar çok çocuk yapmasan başına bunlar gelmezdi," "okula gitsen başına bunlar gelmezdi," "dini hurafelere inanmasan başına bunlar gelmezdi." halbuki, bunlardan uzak duran çocuksuz, eğitimli, dinle mesafeli kadınlar da dönüp dolaşıp küçük gördükleri hallerle yüzyüze buluyorlar kendilerini eğer dürüstlerse. yani buradaki örneğinde, kadınların cemaati meselesi her durumda kadınlar için mesele, hepimizin ortak meselesi. üstelik çocuklu buluşmalar -bence buna herkes dahil olabilir, çocuksuz arkadaşlarımdan gördüğüm desteği kimseden görmedim diyebilirim, burada da anlattığım üzre biyolojik kısmı kısıtlı bir kısmı-  sadece farklı grupları birleştirmek değil aynı zamanda çocukların kendisinin bu muhabbete katkısı açısından da önemli. feminist anne toplantılarına iştirak ettiğim beş-altı yılda çocukluktan genç kızlığa geçen asya'nın sessiz ve güzel varlığı son buluşmamızın en iyi tarafıydı bence. kız çocuk, sınırlarının belirsizliği ve insanlık tarihinin en güçlü kişisi oluşu meselesi (inanmıyosanız miyazaki seyredin, öyle değil mi sayın tolga ulusoy?) zaten daha tartışmak istediğim bir konu. kadınlar ve çocukların içine girdiği içinden çıkılmaz durumları da genellikle ablalar çözüyor. yani kadınların cemaati ve çocuklar meselesine de göbekten bağlı. ya da kadınların cemaati ve çocuklar meselesi ona... neyse, bu da kadınlara ve çocuklara, ve ablalara dair zayıf tartışmalara böyle bir pop-katkı olsun...

17 Nisan 2013 Çarşamba

bebek ve çocuk kıyafetlerinin devirdaimi

ilk kez bir bebeğin ne zaman ne kadar büyüyeceğini ve ne kadar hızlı büyüdüğünü hesaplayamadığımda elime geli geli veren tulumlar, çıtçıtlı bodyler için arkadaşım gökçe'nin ellerinden öperim. sonra böyle sürdü bu, ben de onları bizimkileri ekleyerek başka bir arkadaşıma verdim, artarak geri döndü, sonra başka bir arkadaşıma, sonra başka bir arkadaşıma... ikinci bebeğim doğduğunda cinsiyetine uygun ve yenilenmiş haliyle bu kıyafetler yine bana döndü. sonra süreç aynen devam etti. biz de küçükken birbirimizin kıyafetlerini giyerdik bizimkilerin arkadaş ve akraba çevresi çapında. saymayı da severdik hangi kıyafet kime ait. kardeşim bir gün demişti: "tişört ali'nin, şort elif'in, sandaletler pınar'ın, bacaklar benim!" ne güzel ki yirmi beş seneye varan boşluktan sonra artık etrafta bebekler var ve şimdiden bir ağ yaratıyorlar :)

neyse, meğer bunun kurumsallaşmışı varmış: http://bebedonusum.blogspot.com/

ama daha az kurumsallaşmışı, yüzyüzesinin de daha şeffaf ve duygulu olduğunu düşünürsek: ankara bazlı kıyafet, kaliteli kitap, doğal oyuncak, çocuk mobilya (hatta fikrin ve paylaşımın merkezi olacak dolabın sahibi irem ne der bilmem ama bence çocuklulukla ve büyümeleriyle değişen bedenler göz önünde bulundurulduğunda anne-kıyafet) paylaşabileceğimiz bir ortakdolap oluşmakta. üye olmak için: ortakdolap@googlegroups.com